JOHN FOWLES / KOLEKSİYONCU
Olcay KARAY yazdı. Altıyedi Sanat Edebiyat Dergisi 23. sayısında yer alan değerlendirme yazısını, emek.org.tr izleyicilerimizle paylaşıyoruz.
JOHN FOWLES / KOLEKSİYONCU
John Fowles’ın 1963’te yayımlanan ilk romanı Koleksiyoncu, toplumun farklı sınıflarından gelen iki karakterin çatışmasını merkeze alan saplantılı bir ilişkinin anlatıldığı hem psikolojik gerilim, hem de hikaye ilerledikçe anlaşılacağı üzere varoluşçu türde bir roman.
Bir kelebek koleksiyoncusu olan Frederick Clegg’in, yirmi yaşındaki sanat öğrencisi Miranda Grey’i kaçırarak şehirden uzakta bir evin bodrumunda tutsak etmesini anlatıldığı roman, edebiyatın türler arası iç içe geçmişliğinin çok önemli bir örneği.
Romanın baş kişisi olan Fred, teyzesi ile yaşayan topluma uyum sağlamakta sorunları olan içe kapanık, sıradan bir memur olarak karşımıza çıkıyor. Çocukluğundan beri yaşama karşı tek tutkusu olan kelebek koleksiyonculuğu, onu kendi yarattığı dünyasında yalnızlığa fazlasıyla itiyor.
Şans oyunlarından kazandığı büyük ikramiye ile ekonomik olarak özgürlüğe tamamen kavuşması, sosyal statüsünde değişime yol açıyor ve Miranda ile bir resim sergisinde tanışıyorlar. Paranın gücüyle koleksiyoncu, Miranda’nın orta-üst sınıfa dahil olan çevresinde kendini, ispatlamak-tamamlamak istiyor.
Koleksiyoncu Fred’in Miranda’yı kaçırması ve bir bodruma kapatması ile birlikte, çatışmanın boyutları değişirken anlatıcı konumunda bulunan Fred, kitabın neredeyse bütün bölümlerinde kendini aklamaya çalışarak, yaptıklarını okuyucuya ikna ettirmeye uğraşıyor.
Miranda’nın kimliği ve onun çelişkili veyahut sonradan başka bir saplantıya dönüştüreceği davranışları, kitabı sadece Fred’in odağından kaydırıp, Miranda’yı da kapsaması açısından oldukça önemli. O da şu : Miranda, romandaki sınıf meselesi çatışmasında, bahsettiğim gibi üstün zevkleri olduğuna inanan “üst sınıf” bir çevreye dahil olduğundan, ona göre alt sınıf eksik ve kusurludur ve onun gibiler tarafından eğitilmeye muhtaçtır. Bu düşüncelerinden dolayı “sanat çevresinde” tutkulu olduğu ressam G. P ünü çok olmasa da gerçek bir idoldür. Onu kendine fikren ve ruhen yakın hisseder. Onu; karakterinin dengesizliğine, zaman zaman kabalığına ve çapkınlığına rağmen iğrenilesi değil, hayran olunası bir varlık olarak kabul eder. Uzun süre ona olan hislerini dizginler ve sonunda aradaki yaş farkına rağmen asıl sevdiğinin o olduğunu anlar.
Romanın ikinci bölümünde Miranda’nın günlüğünü okumak, saplantının mağdur üzerindeki etkilerini de görmemizi sağlar. Bu da saplantının yalnızca failin ruhsal daralmasını değil, karşı tarafın özgürlüğünü, psikolojisini ve varoluşunu nasıl tehdit ettiğini gözler önüne serer. Keza saplantı, sadece arzuyla değil, kontrol etme isteğiyle de beslenir. İkinci bölümdeki Miranda’nın anlatısında, onun gözünden failine karşı zaman zaman “acaba beni gerçekten seviyor mu ?” türünde duygu geçişlerinin de olduğunu görüyoruz.
Birçok kaçma teşebbüsü sonrası yakalanması, giderek öfkesini büyütürken Fred’e taktığı isim, onun yaratıcı zekasını anlamak için de önemlidir.
Bu isim Shakespeare in son eseri Fırtına’da bir karakter olan Caliban’dır. Yarı insan yarı canavar olarak tasvir edilen Caliban, bir adada tek başına yaşayan varlık iken, bir gün Miranda’nın babası Prospero ile adalarına gelmesiyle onların kölesi olur. Daha doğrusu Prospero kızıyla adaya düştüğünde önce Caliban’ı korumasına alır, ona dilini öğretir. Ancak Caliban Prospero’nun kızı Miranda’ya tecavüz etmeye kalkışınca baba onu cezalandırır ve köleleştirir.
Buradaki alegoriyi anlamak açısından Caliban karakterini anlatmayı önemli buluyorum. Koleksiyoncu, bir alegorik Fırtına anlatısı olarak da okunabilir. Fowles, Shakespeare’in oyununun temalarını ters yüz ederek, özgürlüğün değil tutsaklığın, bağışlamanın değil yok edici saplantının romanını yazmıştır. Ayrıca burada Caliban, postkolonyal okumalarda “zorla köleleştirilmiş ama aynı zamanda bağımsızlığını inşa edemeyen” bir figür olarak da değerlendirilebilir.
Satır arasında Postkolonyal edebiyat türünde yazan John Maxwell Coetzee’nin “FOE” isimli kitabını da önermek isterim.
Miranda’nın bölümlerinde Koleksiyoncu Fred’i tanımak daha kolay oluyor denilebilir. Burada mağdurun dilinden anlatılan anlatı, egemen tarih yazımı karşısındaki alternatif tarih anlatısını da akıllara getiriyor elbette. Miranda hikayesini anlatırken kaçma teşebbüsleri başarısızlığı sonrası farklı stratejiler geliştirir… Cinselliği bir güç olarak kullanıp Fred’i etkilemek ister. Fakat tuhaf bir ironi ile Fred’in gözünden düşer; keza aslında Fred’in gözünde Miranda, saf ve temiz olanın ve anneliğin sembolüdür. Çok küçükken annesi tarafından terk edilmiş bir çocuk psikolojisi ile hareket eder. Miranda’nın esirlik hayatının başlarında Fred’in arkadaş olma çabası ve “iyi niyeti” sık sık karşımıza çıksa da Miranda’nın asla bir Stockholm sendromu yaşamaması, romanın ana hattını oluşturan en büyük öğedir.
“Ölü beni istiyor, beni canlı ama ölü arzuluyor, değişkenliğe tahammülü yok. Onların iğrenç Caliban’lıklarına neden hoşgörü göstermemiz gerekiyor? Her canlı yaratıcı ve vicdanlı kişinin çevresindeki bayağılığın kurbanı olması neden?”
“Onda sıradan olmayan tek şey onun bana duyduğu sevginin şiddeti. Bana aşık olmaktan deli gibi zevk alıyor.”
Kitabın alt metnindeki felsefi dinamiklere değinilmeden anlaşılması pek mümkün olamayacağındandır ki, varoluşçu açıdan ele almak fazlasıyla mümkün.
John Fowles’un Koleksiyoncu romanında saplantı, arzunun kendisini dönüştürerek nesneleşme sürecini çok açık biçimde ortaya koyar. Romanın merkezinde yer alan Frederick, Miranda’ya duyduğu ilgiyi normal bir insani yakınlık veya sevgi olarak yaşayamaz. Onu tanımaya, anlamaya ya da onunla eşit bir ilişki kurmaya yönelmez; tersine, Miranda’yı bir “nesne” gibi kavramaya başlar.
Frederick’in ilgisi, sağlıklı bir sevgi ya da bağ kurma çabasından çıkarak koleksiyonculuk takıntısıyla birleşir. Zaman içinde kelebekleri topladığı gibi Miranda’yı da “sahip olunacak bir varlık” gibi görür.
Özne–özne ilişkisi yerine özne–nesne ilişkisi
Varoluşçuluğa göre (özellikle Sartre’da), insanın özgürlüğü başkalarının özgürlüğüyle birlikte anlam kazanır. Başkasını tanımak, onun da “özgür bir bilinç” olduğunu kabul etmeyi gerektirir.
Frederick ise Miranda’yı eşit bir özne olarak tanımaz; onu kelebekleri gibi sahip olunacak bir nesneye indirger. Bu noktada onun varoluşunu inkâr eder.
Sartre’ın ifadesiyle, bir başkasını nesneleştiren kişi, kendi öznel özgürlüğünü de inkâr etmiş olur. Frederick, Miranda’yı nesneleştirirken, aslında kendini de daraltır: Koleksiyoncu, insan olmaktan çıkıp sadece arzusunun kölesi olur.
Yani özgür bir varlık olarak varoluşunu genişletmek yerine, kendi kurduğu kafeste yaşayan biridir.
Varoluşçuluğa göre gerçek sevgi, ötekinin özgürlüğünü tanımakla mümkündür. Oysa Frederick’in arzusu, sevgi değil “sahip olma” dürtüsüdür. Bu yüzden Miranda’yı sevdiğini söylerken bile, aslında varoluşsal olarak onu reddetmektedir.
Varoluşçu açıdan Koleksiyoncu, saplantının özneyi yok ederek nesneye indirgemesinin romanıdır. Frederick, “öteki”ni kabul edemediği için kendi özgürlüğünü de gerçekleştiremez; varoluşunu tüketir. Arzunun nesneleşmesi yalnızca Miranda’yı değil, Frederick’in kendisini de yok eder.
(Olcay Karay – Kasım 2025)
Emek.org.tr






