AYLAKLAR

Olcay Karay’ın roman değerlendirmesi… Asalak yaşayan Osmanlı paşası ve ailesinin hikayesi… Paşa konağının daimi aylağı genç Şükrü diyor ki: “Bu toplum beni yaşatmak, yedirmek, içirmek zorundadır. Çünkü, ben ona küfrediyorum, onu sarsıyorum, onu dövüyorum. (…) Uzağa gitmeyelim, bu ev neyle dönüyor? Bilmiyor musunuz? Şükrü Paşa’nın çaldığı paralarla… O kadar çalmış ki, artık ona hırsız denemez, […]

Olcay Karay’ın roman değerlendirmesi…

Asalak yaşayan Osmanlı paşası ve ailesinin hikayesi… Paşa konağının daimi aylağı genç Şükrü diyor ki:

“Bu toplum beni yaşatmak, yedirmek, içirmek zorundadır. Çünkü, ben ona küfrediyorum, onu sarsıyorum, onu dövüyorum. (…) Uzağa gitmeyelim, bu ev neyle dönüyor? Bilmiyor musunuz? Şükrü Paşa’nın çaldığı paralarla… O kadar çalmış ki, artık ona hırsız denemez, soylu denir. O yemiş, karıları, çocukları yemişler, siz yiyorsunuz, biz yiyoruz hâlâ bitmiyor… bu parada benim neden hakkım olmasın?”

Bugün de toplumun sırtına binmiş asalak ve aylak yaşayan bir avuç insan yok mu? O. Karay’ı okuyoruz:

Aylaklar/ Melih Cevdet Anday

Melih Cevdet ANDAY, edebiyat tarihimizde ünlü şiir akımı “Garip” ile tanınır. Kısaca bu akım, Ankara lisesinde tanıştığı arkadaşları Orhan VELİ ve Oktay RIFAT ile giriştikleri, şiirde o güne kadar kabul görmüş biçime ve içeriğe karşı, şiiri şairanelikten ayıran bilinçli bir tepki idi. Kısa zamanda okuyuculardan karşılık bulan akımın ismi, “bunlar ne garip şiirler, böyle şiir olur mu ?” diye gelen eleştirilere, yine bilinçli bir tepki olarak konuldu. Bu zamanlarda çıkardıkları ilk şiir kitaplarının ismi de yine Garip ismini almıştı.

Melih Cevdet ANDAY, şiir dışında deneme, roman, tiyatro oyunları ile nerdeyse edebiyatın her türünde yazarak, hala günümüzde okunan ve özellikle romanlarıyla sadece kendi döneminde değil, döneminin de çok ilerisinde olan bir düşünce insanı idi. Ben bu bahsettiğim romanlarından henüz üç tanesini okudum, bunlar; “Gizli emir, “Aylaklar” ve “İsa’nın güncesi” Bu yazıda da en sevdiğim olan “Aylaklar” romanı üzerine değerlendirme yapmaya çalışacağım.

Aylaklar, temelde bir toplumsal dönüşümün hikayesi… Bu dönüşümün zamanı ise Osmanlı’da İkinci Meşrutiyet dönemi sonrasından başlayıp, Cumhuriyet’e kadar uzanıyor. Konunun merkezinde Abdülhamid’in Eczacıbaşısı olan Şükrü Paşa’nın konağında dört nesil boyunca yaşayan ailesi var. Şükrü Paşa, Sarayın desteğiyle mal varlığı hayli yerinde olan ve padişahın emriyle yaptırılan sarayda oldukça konforlu bir yaşama sahip, dönemin aristokrat sınıfına mensup bir devlet adamı. Şükrü Paşa burada üçüncü eşi ve kızı Leman ile yaşıyor, hayli yaşlı olması sebebiyle de padişaha olan dalkavukluğu, iyiden iyiye histerik bir hal alıyor. Nitekim konağı yaptırırken bir gün padişahın konağa yapacağı ziyareti düşünerek, en güzel katı ona ayırıyor. Fakat İkinci Meşrutiyetin getirdiği siyasal iklim, Şükrü Paşa’yı Kayseri’ye sürgün ediyor ve tabi padişah da bir türlü gelemiyor. Çok geçmeden üçüncü karısı da ölünce, Leman Hanım konakta halayıkların (Cariye) eline kalıyor. Yıllar sonra çıkarılan aftan yararlanıp konağa döndüğünde ise, iyice içe kapanan paşa konakta her kapı çaldığında “padişahım, efendimiz geldi” sanrısı ile ölümüne kadar meczup bir halde yaşıyor. Bütün bu süreçlerde evlenen Leman Hanım, babasının sürgünü ve ülkedeki iktidar değişiminin iklimi boyunca, sanki hiçbir şey olmamışçasına biriktirilen mal varlığı sayesinde, eski zamanlardaki gibi yaşamaya devam ediyor. Tabi bu yaşayış, aile fertleri ile çevrelerinde bir asalak sınıfı birikmesine de sebep oluyor. Bunlar ise, alkolik kızı Mürşide, eşi Davut Bey, arkadaşı Dündar Bey, avukat torunu Muammer ve arkadaşı Şükrü. Ayrıca romanın ilerleyen bölümlerinde bu aileyi evsiz barksız kalmaktan kurtaracak olan, ailenin pek saygı duymadığı damadı sinik ve sara hastası Galip Bey. Kitap, bu hazır yiyici tayfanın başında gelen Muammer’in arkadaşı Şükrü’ye ve diğer kişilerin duygu ve düşünce dünyasına o kadar hakim ki, hepsinin nazarında Şükrü’ye şunları söyletiyor; “Bu toplum beni yaşatmak, yedirmek, içirmek zorundadır. Çünkü, ben ona küfrediyorum, onu sarsıyorum, onu dövüyorum. (…) Uzağa gitmeyelim, bu ev neyle dönüyor? Bilmiyor musunuz? Şükrü Paşa’nın çaldığı paralarla… O kadar çalmış ki, artık ona hırsız denemez, soylu denir. O yemiş, karıları, çocukları yemişler, siz yiyorsunuz, biz yiyoruz hâlâ bitmiyor… bu parada benim neden hakkım olmasın?”

Roman, temelde aylaklığı yermek için yazılmış gibi görünse de yazarın diyalektik kavrayış gücü ile yarattığı karakterler, ender sıklıkta karşılacağımız tipte ele alınmış. Bunu en iyi örneği olan ailenin büyük damadı Davut Bey. Sürekli, olmayacak işler tasarlayan Davut Bey, aylaklığın da verdiği durumu ile, kendini Yunan mitolojisi anlatılarda geçen “Altın Post” un peşine düşmeye, neredeyse ömrünü adıyor. Bu uğraşta, anlatıda geçen Argo gemisine benzer bir gemi yapımına bile girişiyor. Hatta kendini savunurken verdiği Heinrich Schliemann* örneği, çok boyutlu ve bir o kadar da eğlenceli karakter olduğunun da kanıtı. Tabi bu uğraşlarına gereken para için yine, para işlerinden sorumlu olan eşi Leman hanıma güveniliyor ve tabi gerçekleşmiyor. Böylesi hayal dünyalarında savrulup giden hane sakinlerinden bir diğeri de Davut Bey’in arkadaşı Dündar Bey. Fakat o, Davut Bey’e nazaran biraz daha ayakları yere basan birisi. Önceleri İttihatçılar ile çalışmış, fakat sonrasında muhalefet edince, sürgüne gönderilen bir kaybeden aslında. Roman boyunca onun eski hikayelerine de tanıklık ediyoruz. Hatta bir akşam yemeğinde şunları söylüyor:

“… Batıyormuşuz da birimizin haberi olmamış. Hadi Nesime ile Şükrü’yü bir yana bırakalım, onlar aileden değil; ya bana, anneanneme, dedeme ne demeli? Ekmeğin nerden geldiğini birimiz bile düşünmemişiz. Dün gece sofrada bunu söyleyecek oldum, Dündar Bey ‘Osmanlı İmparatorluğu da böyle battı, dedi. ‘Biz aylıklarımızın köylüden alınan vergi ile ödendiğini bilmezdik, devletin bir köşede bir parası var, ondan veriyor sanırdık. Birinci Dünya Savaşına neden girdiğimizi Talat Paşa bilmiyor, Cemal Paşa bilmiyor, Enver Paşa bilmiyor. Peki kim biliyor? Bilen yok…”

Neticesinde bu savurganlığın sonucu olarak biriken borçlar, kaldıkları konağın iyiden iyiye bakımsızlıktan neredeyse çökecek hale gelmesi ve konağa gelen icra ile, ne yapacağını bilmeyen aylaklar takımı.

Roman genel çerçeve olarak iki kısımdan oluşuyor. İlki konak hayatının konforu ve savruluşu, ikincisi ise, konağın en küçüğü avukat olan Muammer’in günlüğündeki anlatılar. Muammer birinci bölümde, konak havasının içindeki en melankolik karakter. Hiçbir şeye inancı olmadığı için, yapacağı evliliği bile deyim yerindeyse “öylesine” yapıyor. Yazarın burada kurguladığı Muammer karakteri, 19.yy akımlarından olan Nihilizmin de bir temsilcisi aslında. Kaldı ki, yaptığı evlilik de bu çevrede tanıdığı bir kadın ile gerçekleşiyor. İkinci bölüm ise, Muammer özelinde bir uyanış, silkeleniş gayreti şeklinde ele alınıyor. Muammer günlükte, babası Galip Bey’in biriktirdiği paralar ile tuttuğu apartman dairesine, hayatta kalan konak erkanı ile birlikte yaşamaktan şikâyet etse de yeni bir ev-yeni bir hayat mottosuna tutunmak istiyor. Bu uğraşta mesleğini yapıp, geçmişi ile hesaplaşma ve yeni düzende sorumluluk alma hissiyle bir partiye üye olup, siyasete bile giriyor.  Fakat roman boyunca beklediğimiz uyanış ve irade, yıllardır yaşamdan uzak kalan Muammer’i içine alamıyor.

Bütün bir konak, farklı şekillerde de olsa bir kaybedenler imgesi yaratsa da, aslında salt bir ailenin yok oluşu değil, Anday’ın “Aylaklar” romanı. Aile özelinde bir dönemin de kayboluşu. Hatta yer yer, Muammer’in bir kurban olduğu hissini bile veriyor. Ele aldığı konusu ve işlediği temadan çok yarattığı eşsiz karakterleri ile roman, Anday’ın en önemli eseri ve çağdaş edebiyatımızın köşe taşlarından.

Kuşaklar boyu okunması ve anlaşılması umuduyla…

 

Dipnot : * Heinrich Schliemann / d. 6 Ocak 1822 – ö. 26 Aralık 1890

Alman tüccar ve amatör, arkeolog. Homeros’un İliada destanını okuduktan sonra, servetinin büyük bölümünü harcayarak kitapta geçen yer Troia’nın (Troya) keşfini gerçekleştirip, yaptığı kazılarla “Priamos Hazinesi” bulmuştur.

Temmuz 2021 Olcay KARAY

emek.org.tr

İlgini çekebilecek diğer içerikler

0 yorumlar