6 yaşındaki kız çocuğunun tarikat erkeğine hediye edilmesi, ticari çıkar, erkeklik, dini anlayış vb ile açıklanacak bir yanı yok. İnsanı dehşete düşüren ise, bu kötü anlayış ve davranışın meşrulaştırılmasına çalışılmasıdır.
Bu insanlığın yakasına ve bilincine yapışmış sinsi bir kötülüktür. Açığa çıkmaya başladı ve artık bunun toplumsal yaşamımıza yerleşmesine ve süreklilik kazanmasına izin veremeyiz! Kesinlikle! Mücadele etmeliyiz.
Kötülük bu kadar tavan yapıyorsa insanlığın yerlerde sürünüyor aşamasını da geçmiştir. İnsanlığın evrensel evriminde, kötülükleri güncel yaşamda tutan ve inatla körükleyen bir dalga var. İnsanlık ve ileri güçler bunu durduramaz ve hatta egemen sınıflar iktidar uğruna bunu kullanmaya devam ederse; insanlığı çok karanlık bir süreç anlamındadır. Nedenlerini ve sebep olanları bulmalıyız. Ve bu kötülük kaynaklarının tümünü tarihe gömmek sorumluluğu, ileri devrimci güçlerin omuzundadır. Yaşamın her alanında mücadele etmeliyiz. (Emek.org.tr)
Aşağıdaki yazı ufkumuzu açıyor.
Pedofili’nin Edebiyattaki İzdüşümlerine Savaş Açalım
Siverek’te halk arasında meşhur bir söz vardır. Ağaların sofrasında ekmek yemeyin” derler. Çünkü onlar Çêlek yer!” Ve devamında eklerler; “ha Çêlek yemişler, ha çocuk!”. Çêlek, Kürtlerin dilinde civcivin biraz büyüğüne denir. Çêlekten büyüğü Fêriktir. Fêrik mırışk olur büyüyünce. Büyük toprak sahipleri taze yemek için Çêlek doğruyorlar tabaklarına. Davetlerinde eşrafa, beye, bürokrata, mütegallibeye oğlaklar, emlik kuzular ikram ediyorlar. Yukarıdaki söz yalnız beylerin sofra adabını betimlemek için söylenmiyor mutlaka. Bu tam da feodalizmin ahlaki yapısının, özelliklerinin özeti niteliğinde bir deyiş oluyor.
Dünyanın her yerinde böyle bu. Burjuvazi de bu feodal ahlak üzerinden yükseldi. Devraldığı bu mirası daha incelterek, yaygınlaştırarak, genişleterek, gizleyerek, farklı adlar ve görüngülerle yaşadı, yaşıyor ve toplumlara da bu ahlakı dayatıyor. Din, dün feodallerin, günümüzde kapitalistleriın sofralarına çocuk bedeni sunan, toplumsal “meşruiyete” de dayanan uğursuz rolünü oynamaya devam ediyor. Nijerya’da İslamcı Boko Haram adlı emperyalist beslemesi örgüt onlarca çocuğu kaçırarak satıyor, Rojava’da İslamcı kontralar çocuk bedenlerine saldırıyor ve Türkiye’nin her yerinden şiddete, tecavüze maruz kalmış çocuk bedenleri fışkırıyor, toplumsal bir çöküntü halinde izliyoruz bunları. Adalet sistemi kadın cinayetleri karşısındaki tavrına benzer bir tavır içinde. Yozlaşmanın ve çürümenin dip noktalarında seyreden bu acımasız hastalıklı saldırganlık karşısında devletten ve onun kurumlarından adalet beklemek yalın hali ile saflıktır. Bunun karşısında direnilmelidir, bunun karşısında yeni bir toplum, yeni bir adalet, yeni bir hayat yarama kavgasını yükselterek direnilmelidir. Pedofiliye savaş açalım!
Konuyu bütün yönleriyle ele almak oldukça kapsamlı bir iş. Biz daha çok pedefolinin edebiyattaki izini sürmek buna karşı savaş açmak istiyoruz.
Feodallerin ve Burjuvaların edebiyatlarının temel sacayaklarından birini tabaklarına çocuk doğramak oluşturuyor. Rus aristokratı Vladimir Nabokov‘un 1955 yılında yayınlanmış “Lolita”isimli romanı bu açıdan irdelendiğinde bu sacayak genetik ve patolojik özellikleriyle daha net görülecektir. Lolita Türkçe de “taze, çıtır” karşılığında kullanılıyor. Zaten öyle bir hale gelmiş ki, kelimenin kendisi bile “erkekliğin” en geri, en gizli, en bastırılmış hayvani yanlarını depreşmesine yetiyor. Bu “yetkinlik” tek başına romanın edebi “başarısı” mıdır? Böyle bir “başarı”dan bahsedilebilinir, ama esas “başarı” yaşayan “erkekliğin” egemenlik tarihi boyunca biriktirdiği, büyüttüğü genetik ve patolojik kodlara hitap etmesinde sanırız. Bu kodların Türkçe’ye çözülüşü çocuk istismarından başka bir şey değil.
Romanın kahramanı Humbert’in “Lolita” diyerek imlediği, sadece pop müzik dinlemek, sakız çiğnemek ve küçük biblolar biriktirmek gibi oyunlarla haşır neşir Dolares Haze sadece on iki yaşındadır. Ve Humbert, bu on iki yaşındaki çocuğa “Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi” diye seslenmekte. Başından sonuna dünyanın neredeyse her yerinde çevrilerek yayınlanmış. İki kez sinemaya uyarlanmış. Roman ve filmi girdiği her ülkede eleştiri ve yasaklamayla karşılaşmışsa da bunların yaygınlaşmasının önünde pek etkili olduğu söylenemez. Çocuk istismarının edebiyatla “estetize” edilmesinden başka bir şey olmayan bu kitap için çeşitli ülkelerde üniversitelerde okuma grupları oluşmuş, kürsülerden hakkında “ders”ler verilmiş. Bazı önemli edebiyat dergilerince “Ulysses” ve “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” gibi kitaplarla bir anılmış! Kısacası erkek edebiyat tarafından sınırsızca ödüllendirilmiş. Başyapıt sayılmış. Ne için? Çocuk istismarını tecrit ve mahkûm ettiği için mi? Hayır! Normalleştirdiği, “tutku” ya, “aşk”a bağdaştırdığı için! “İllegal” olan çocuk tecavüzünü “legalleştirdiği” için! Onlarca, hatta yüzlerce versiyonu yazılmış, yoksul ülkelerin küçük kız çocuklarıyla yüzlerce ve binlerce fason filmleri çekilmiş, bu kitabın çocuk pornografisinin önünü açtığını söylemek abartı olmayacaktır.
Edebiyat, “edep”ten gelir. Edepli olmak işidir. Deyim yerindeyse edep kurma işidir. Sırf buradan bakıldığında bile edebiyatın dilindeki erkek egemenliğinin bir mücadele konusu olduğu görülür. Tam da burada “kimin edebiyatı” sorunsalı devreye girer ki, biz buna, koskoca Sovyet edebiyatında tek satır pedofi betimleme yoktur, diyerek yanıtlayıp bu tartışmaya nokta atışı yapmakla yetinelim.
Marquerik Duras’ın Fransa’nın en önemli edebiyat ödülü olarak kabul edilen “Prix Gancourt” ödülünü almış olan “Sevgili” isimli romanı da Lolita’nın Uzak Asyalısıdır. Sinemaya da uyarlanan bu romanda da Çinli bir toprak ağasının on dört yaşındaki bir kız çocuğunu suistimali anlatılır. Ama bu bir istismar olarak değil, “tutkulu bir aşk” olarak anlatılıyor. Romandan uyarlanmış film gösterildiği ülkelerde “on sekiz yaş üstü” kategorisindedir. Ancak romandaki “kahraman” çocuk on dört yaşındadır
Pedofili edebiyatla “estetize” edilerek sinemayla görsel hale getirilip en geniş kitlelere bir “kültür” olarak ulaştırılır.
Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Nobel Ödüllü ünlü kalem ustası, “Yüz Yıllık Yalnızlık” romanının yazarı Gabriel Garcia Marquez’in 2004 yılında yazdığı “Benim Hüzünlü Orospularım”ın konusu da Lolita ve Sevgili kıvamında. On dört yaşındaki “Delgadino” adlı kız çocuğuyla yaşadığı geceyi; “doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeni yetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim. Aklıma Rosa Cabarcas geldi, hani şu gizli genelevinde eline yeni bir parça düşer düşmez hatırlı müşterilerini haberdar eden kadın…” diye anlatmaya başlayan roman çocuk bedenine yapışıp kalır. Öte yandan ünlü “Alice Harikalar Diyarında” nın yazarı Lewis Corrol’un zamanının “en geniş” çıplak çocuk resmi arşivine sahip bir istismarcı olduğu kabul ediliyor. Bu durum, ister istemez Alice’yi pedefolik fantazmaların ürünü ve mağduru olarak ortaya çıkarıyor. Çocuk edebiyatına da sızan bir istismarla karşı karşıya kalıveriyoruz böylelikle. Erkek elinin değdiği her yer kirleniyor.
Elbette çocuk istismarı yalnızca cinsel istismar olarak alınacak kadar dar değil. Çocuk emeğinin, ruhunun, savunmasızlığının, düşbazlığının yani bir bütün olarak çocukluğun istismarı olarak değerlendirmek gerekmekte. Burada bakınca “büyüklerin” ve en temelde “erkek büyüklerin” çocuk dünyasına saldırısının kapsamı ve vahameti kat be kat büyüyor. Tabi bunun edebiyata yansıması da. Hemen her edebiyat ürününde, özellikle romanda böyle bir çocuk “kahraman”la karşılaşmak mümkün. Charles Dickens’in Oliwer Twist’inin trajedisi hâlâ canlıdır. Sefiller’in Cosette’sinin dramı da öyle. Her iki örnekte de kapitalizm ve çocuk çarpışmasını muazzam dengesizliği ve acımasızlığıyla görürüz. Dave Palzer’in “Adsız Çocuk” adlı otobiyografik kitabı da yakın dönem gerçekliği açısından ve istismarcının bizzat “anne” veya “baba” olabileceğini göstermesi açısından oldukça çarpıcıdır
Öte yandan konunun iç yüzü daha vahimdir. Hep eleştirilmekle birlikte nedense bir türlü kapsamlı ve doğru bir hesaplaşma içerisine girilemeyen, bu yüzü hep görmezden gelinen Divan Edebiyatı gerçekliğine değinmemek meselenin üzerinden atlamak olacaktır. O iğrenç Lale Devri ürünü Divan Edebiyatı’nın temel düsturlarından biri “yaz olunca avratlara, kış olunca oğlanlara meylet ki, vücutça sağlam olasın” dır. Erkekliğin genlerine işlediği böyle bir aşağılık sapkınlıktır. Tam bir sapkın erkek edebiyatıdır. Meşhur dizelerinin bir çoğu erkek ve kız çocuklarına yazılmıştır.
Ünlü Divan şairi Nedim’in “İzn alıp cuma namazına deyu maderden/ bir gün uğrayalım çerhi sitem perverden/dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan/gidelim servi revanım yürü sadabada/” (annenden cuma namazına diye izin alıp zalim felekten bir gün çalalım, iskeleye doğru gizli yollardan dolaşıp, gidelim yürüyen selvim, yürü sadabede) diyen dizeleri gibi. Bu giz veya sır değildir. Yalnızca bilmezden gelinir. Bugün “cilveli” diye kadına yakıştırılan deyiş asıl olarak küçük erkek çocuklarına yakıştırılan “civelek ”ten gelir ve Divan Edebiyatı şairlerinin en vaz geçilmez imgesidir.
Bu sübyancı edebiyatın bir “kültür ”den beslendiğini söylemeye gerek bile yok. Bu “kültür” ün halk edebiyatına yansıması da “bir güzel ki on yaşına girince/gonca güldür henüz açılı/on birinde gonca diye koklarlar/ On iki de elma diye saklarlar/on üçünde cevri cefa çekerler/on dördünde hemre şekere benzer…/” biçiminde derin bir pedefolik sapkınlık biçimindedir.
Bu toplum “on dört yaşında da Nazife de Hanıma…” sözler yazıp bu sözleri türkü sayıp, bu türkülerle göbek atan bir toplum haline bu edebiyatla getirilmiştir. Bu edebiyatla, “kültür” le hesaplaşıldı mı? Ne zaman, hangi edebiyatçılar hesaplaştı? Asıl sorulardan biri bu olmalı. Şebnem İşigüzel’in sarmaşık adlı romanındaki oniki yaşında tecavüze uğramış, tecavüzcüsüyle evlendirilmiş anne kadının “kocası” ölüm döşeğinde kan kusarken söylediği “buna kus kanını. Senin parçaladığın kızlığımın kanıda bu elbisemin eteklerine akmıştı. Daha on iki yaşımdaydım. Bahçedeydim. Oynuyordum. Hatırladın mı?” sözlerinde yatan gerçeklikle hesaplaşıldı mı?
Bekir Yıldız’ın öyküleri bu hesaplaşmada önemli bir yer tutar. Feodal yaşama tutulmuş bakılması zor bir aynadır Bekir Yıldız edebiyatı. Bu aynayı kırsal bölgeden Avrupa’ya oradan kent küçük burjuvazisinin gözlerinin içine kadar tutar. Kendinden kırk yaş büyük bir adama satılan on dört yaşındaki “Hicran”ın öyküsü, “on dört yaşında da Nazife de Hanım”ın öyküsüdür! Göbek attırmaz ama.yüzleşmeye çağırır. Hesaplaşmaya çağırır. Neredeyse bütün öykülerinde küçük kız ve erkek çocuklarının tabaklara doğranmış bedenleri vardır. Alınır satılır, yenilir yutulur çocuk bedenleri. Bekir Yıldız’ın toplumcu yazınında erkek edebiyatla ve erkeklikle hesaplaşma vardır. Etkileyicidir. “Harran Ovası” kitabındaki öyküler çocuk istismarını o kadar yalın, gerçek, sarsıcı anlatır ki, anlayan okur yemekten içmekten kesilir, erkekse “erkekliğinden”, bu cinsten olduğundan utanır. Küçük erkek ve kız çocuklarına bu acıları yaşatan toplumsal gerçekliklerle, bireyle hesaplaşır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da edebiyatın işlevi, rolü asıl olarak bu değil midir? Madem ki edebiyat edepli olmak işi? Ancak Bekir Yıldız ve benzer sınırlı sayıdaki toplumcu ilerici yazarın varlığı, ürünleri bu derin hesaplaşma için yeterli değil. Öyleyse örnekler çoğaltılmak zorunda ve asıl olarak edebiyatta “erkek” dilinin aşılması gerekmekte.
Çocukların cinsel istismara, emek sömürüsüne, bir bütün olarak çocukluğunun sofralarda tabaklara doğranmasına karşı edebiyat da ayaklanmalı.
November 2017, Mehtap Sokak No 1 tarafından yayınlandı
Emek.org.tr