Ücret hakkı, emekçiler açısından yaşamsal öneme sahip haklardan birisidir. Çalışma hakkı gibi ücret hakkı da, çalışma yaşamının vazgeçilmez haklardandır.
İnsanlar çalışmak ve geçimini sağlamak durumundadır. Emekçiler yaptıkları iş karşılığında aldıkları ücretlerle geçimlerini sağlarlar. Ücret, çalışma yaşamı ilişkilerinde önemli bir yer tutarken, uluslararası hukukta ve ulusal hukuk sisteminde de yasal düzenlemelerle güvence altına alınmıştır.
Ücret nedir? “Ücret, işçinin bir zaman süresi içerisinde harcadığı emek gücü karşılığında işverenin ödediği paradır” şeklindeki tanımlamayla soruyu yanıtlayabiliriz. Bu tanımlamada dikkat edilirse işveren, işçinin emek gücünü/işgücünü satın alıyor. (*)
İşçinin emek gücü, işveren açısından bir ‘Meta’dır. Yani kapitalist üretim ilişkileri içerisinde satın alınan, fiyatı/değeri olan bir olgudur.
İşçi sınıfının uluslararası tarihsel mücadelesinin de bir sonucu olarak, ücretler; ülkemizde 45 saatlik haftalık iş süresi karşılığında, günlük olarak da ortalama yedi buçuk (7.5) saatlik iş günü süresi karşılığında belirlenmiştir. Bazı işkollarında bu süre kısa olabilir, madencilikte olduğu gibi… Bazı ülkelerde haftalık çalışma süresi 40 saat veya altındadır.
Hemen hemen tüm ülkelerde çalışma süresinin kısaltılması mücadele konusudur.
Ücret, işçinin işveren ile toplu veya bireysel yaptığı sözleşmelerle belirlenir. Uluslararası protokol ve çerçeve anlaşmaları, devlet-işveren-işçi örgütleri arasında düzenlenen toplu sözleşmeler, sendikaların yaptığı Toplu İş Sözleşmeleri, işçilerin bireysel sözleşmeleri vb tümü de işçi ücretini belirleyen sözleşme biçimleridir. İşverenler ve işçiler sonuçta bu sözleşmeler dışına çıkamazlar. Bizde olduğu gibi bir ana ücret (çıplak ücret) vardır ve buna ek yapılan ücret türleri vardır. Ek ücretler işçinin sendikal gücüne, pazarlık gücüne bağlıdır. Yemek, ulaşım, yakacak, barınma, eğitim destek ücretleri veya prim ve ikramiye dediğimiz ödeme türlerinin ücrete eklenmesiyle ücret yüksek tutulabilir.
Ücret nedir? Ne değildir?
İşçi, emek gücünü işverene satması karşılığında bir ücret alır. Kimi zaman ifade edilen “ücret işçi emeğinin karşılığıdır” şeklindeki tanımlama sorunludur ve hatalıdır. Belirli bir ücret karşılığında satın alınan ‘emek’ değil, ‘emek gücü ’dür. Diğer bir ifadeyle ücret, “emeğin karşılığı” değil, işçinin bir zaman dilimi karşılığında işverene çalışmasının karşılığıdır. Ücret, işçi emeğinin tüm karşılığı olmamaktadır.
Ekonomi politik açısından belirtelim ki, bir işçi aldığı ücretin karşılığından daha fazlasını işverene çalışarak üretir. İşte bu fazla süredeki çalışmanın karşılığını ücret olarak alamaz. Bu çalışma, işverenin kazanç dediği ‘kar’ ını oluşturur. Yani ‘artı-değer’ dediğimiz bu çalışma ve yaratılan üretimin karşılığı ödenmez. Bu kısım işveren tarafından gasp edilir. Yani diğer bir ifadeyle, işveren, işçinin ürettiği değerin tamamı karşılığında ücret ödemez. Bu, işçinin işveren tarafından sömürülmesi dediğimiz olgudur. Farklı bir deyişle işverenlerin tüm kazançlarının, servetlerinin kaynağı işte bu ‘artı-değer’ olayıdır.
İşverenler karlarını artırmak için emek verimliliğini artırır yani fazla süreli veya teknolojiyi de kullanarak tempolu-hızlı çalıştırır. Aynı sürede çok üretim yaptırır, çok iş çıkartır… Verimlilik artmasına rağmen işçi genellikle aynı düzeyde ücret alır. “Harcadığım emeğin karşılığını alamıyorum” ifadesi aslında tam da bunu anlatır.
İşçi-patron ücret tartışmalarında, işveren az ücret vererek çok sömürmek ister. İşçi de fazla ücret talep ederek daha az sömürülmek amacındadır.
Ücret neye göre belirlenir?
İşçinin kullandığı emek gücünün yeniden üretilmesi için beslenme, barınma, giyinme, sağlık, eğitim, ulaşım, sosyal-kültürel maddi ihtiyaçlar vb. için yapılması gereken en az miktardaki harcamalar toplamıdır. Ücret bu olgulara göre belirlenir.
Ücret, asgari geçim seviyesi denilen, yaşamak için gerekli olan en az paranın etrafında dolaşır durur. Bu durum, ücret ve ücretli emek olayı ortaya çıktığından beri, yani asırlardır böyledir. İşçi, aldığı ücretle -ölmeyecek kadar- ihtiyaçlarını karşılayarak yaşar. Parasal birikim yapamaz, örneğin mal-mülk edinmesi çok zordur. Bir ev sahibi olması da, dengeli ve yeterli beslenmekten, giyinmekten, tatilden kısmakla, sosyal yaşam etkinliklerinden uzak kalmakla olabilir ancak.
O nedenle de ‘asgari ücret’ kavramı ile ifade edilen olgu vardır. İşçinin, günlük zorunlu ihtiyaçlarını, yine günlük fiyatlar üzerinden asgari düzeyden karşılamaya yetecek kadar aldığı ücrete ‘asgari ücret’ deniliyor.
Ücretlerin genellikle ve sürekli bir biçimde düşük tutulduğunu, “açlık sınırı”, “yoksulluk sınırı” kavramlarında görebiliriz. Kapitalist ülkelerde asgari ücret ve bu yeni kavramlar; işçi sınıfının, işgücünün fiyatını ve hangi koşullarda yaşadığının özlü ifadesi olmaktadır. Özellikle bizim gibi ülkelerde hayatı üreten işçi sınıfına layık görülen, açlık veya yoksulluk sınırını geçmeyen, insanlık dışı koşullarda yaşamaktır. Yani işverenlerin, burjuvazinin emekçilere uygun gördüğü bir yaşama çizgisi ve çıtası vardır.
Her ülkede asgari ücret farklıdır. Bu oradaki işçi örgütlülüğüne ve mücadelesine vb. bağlıdır. Örneğin Avrupa ülkelerinde güçlü bir işçi sınıfı mücadele geleneğinin sağladığı asgari ücretler yüksek olabilirken, dışa bağımlı kapitalizm ilişkilerinin egemen olduğu az gelişmiş ülkelerde ise asgari ücretler çok daha düşüktür.
Ücretler, işverenle yapılan sözleşmelere göre belirlenir. İşçiler sendikal örgütlülüğe sahip olarak işverenle TİS gerçekleştirdiği zaman, ücretler yüksek ve işi daha güvenceli olur.
Bireysel sözleşmelerde işçilerin birçok hakları zayıf olduğu gibi, ücretlerini de işveren belirleyeceğinden düşük olacaktır. Hatta bilindiği gibi fazla mesai ücretleri düşük, ikramiye ücreti yok veya az olabilecektir. ‘Eşit işe eşit ücret’ anlayışı uygulanamayacak, kadınlar veya çocuk işçiler ücret açısından hep suiistimal edileceklerdir. Hatta işveren çok güçlü olduğu durumlarda örneğin yasal kılıfına uydurup kıdem tazminatı ücretine bile göz dikebilecektir.
İşçilerin sendika çatısı altında sağladıkları ‘birlik ve beraberlik’le işveren karşısına çıkmalarının, her zaman için işçinin çıkarına olduğu açık ve anlaşılır bir durumdur. Patronun yedeğine düşmüş, sarı sendikalar, işçinin çıkarlarını değil patronun çıkarlarını koruduğunu ve koruyacağını işçi iyi bilir. O nedenle işçi çıkarlarını koruyan, geliştiren sendikalara yönelir. İşveren ise kendine bağlı sarı sendikaların önünü açar, çoğu kez de işçiyi satan sendikaları açıktan destekler. İşçiler bu konuda duyarlı, uyanık ve cesur olmalıdır.
Ücret konusunda işçilerin yaşadığı sorunları
İşçi sınıfın somut toplumsal konumu itibariyle yapısal sorunlarla karşı karşıyadır. Bunlar ‘uzun çalışma süreleri’, ‘düşük ücretler’ ve ‘örgütsüzlük’ başlıklarıyla sıralanabilir. DİSK AR’ ın 2018 de açıkladığı “Türkiye İşçi Sınıfı Gerçeği” çalışmasında ifade edilmiştir.
İşçilerin yüzde 74’ü haftada 40 saatten fazla çalışıyor. Bu oran AB ülkeleri için yüzde 20’ dir. OECD ülkelerinde ortalama 40,4 saat olan haftalık çalışma süresi Türkiye’de 49 saati geçiyor. Fazla çalışma özellikle sigortasız ve sendikasız işçilerin maruz kaldığı bir sorundur
Yapılan çalışma, işçi sınıfının aylık gelirinin asgari ücret seviyesinde olduğunu gösteriyor. Bununla beraber işçilerin yüzde 16’sının net geliri asgari ücretin altındadır 2000 liradan az gelir elde edenlerin oranı ise yüzde 66 dır. Sendikasız çalışan işçilerin aylık geliri genel ortalamanın altında. Ancak bu fark özellikle sigortasız çalışan işçiler açısından oldukça ciddi boyutlara ulaşıyor.
Kısacası işçiler ağır çalışma koşulları içerisinde ve insanca yaşama sağlamayan ücretlerle çalışmaktadır. Bu temel belirlemeyle birlikte ücret ve yaşanan sorunları şöyle ifade edebiliriz.
1-İşçi ücretlerini, açlık ve yoksulluk sınırları altında tutmayı temel alan ücret politikaları kararlı biçimde uygulanmaktadır. Bu politikalar, işçilerin ve ailelerinin insanca olmayan koşullarda yaşamasının temel nedenlerindendir. Düşük ücret işçinin sömürülmesi, işverenin ise daha çok zenginleşmesi anlamındadır. Bunun kaynağı ve sorumlusu kapitalist toplumsal sistem, sermaye ve burjuva sınıfıdır, işverenlerdir. Devlet ve hükümetleri onların çıkarlarını korur ve geliştirir.
2-İşverenler güncel uygulamada ücretleri banka kanalıyla ödemek zorundadır. Bazı işyerlerinde işverenler, ücretin tamamını banka üzerinden ödemiyor. Asgari ücrete denk gelen kısmını banka kanalıyla öderken, kalan ücreti elden ve kayıt tutmadan ödemektedir. İşveren bu durumda vergi kaçırdığı gibi, işçinin SGK primini de düşük yatırmakta ve suç işlemektedir.
İşçinin kıdem tazminatı da düşük gösterilen SGK primi üzerinden ve yine düşük hesap edilen kıdem tazminatı olarak ödenmektedir.
Açıktır ki, işçinin emekli maaşı da düşük yatırılan bu primler üzerinden ve düşük olarak hesaplanacaktır.
3-İşverenler ücretleri geç ödeyebilmektedir. Geç ödeme yapılan yerde işveren bu parayı bankacılık sektöründe kullanmakta veya başka işlerde sermaye olarak kullanabilmektedir. İşçinin sıkıntı çekmesi onu pek ilgilendirmemektedir.
İşveren, iş yasası gereği aylık ücreti aybaşında; fazla çalışma, kıdem tazminatı, izin günleri ücretleri vb ücretlerini zamanında ödemek zorundadır. Geç ödeme durumunda işçinin bazı hakları doğmaktadır. Bunlar kısaca şöyle ifade edilebilir:
Birincisi işçi en az 20 gün gecikmeyi gerekçe göstererek işyerinden kıdem tazminatlarını alarak ve işsizlik maaşına da koşullar uygunsa hak kazanarak, işyerinden ayrılma hakkına sahiptir.
İkincisi bu geç ücret ödeme konusunu ileri sürerek iş başı yapmaz ve iş bırakıp fiili greve gidebilir. İşveren bu sürede yerine başka işçi de çalıştıramaz.
4-İşveren ücret konusunda işyerinde ayrımcılık yapamaz. Yasalarda belirtilen eşitlik ilkesine uymak zorundadır.
İşveren, aynı işi yapan işçiler arasında birine az, diğerine fazla ücret verme durumuna giremez. Bir işçiye ikramiye verip de diğer işçiye vermemezlik yapamaz. Çalışma yaşamını düzenleyen anayasa maddesi başta olmak üzere birçok yasa “eşitlik” kuralını güvence altına almıştır. Bunun ihlal edilmesi ve şikayet durumunda işveren parasal ceza alacağı gibi geçmiş ödemeleri de yapmasını sağlayan yasal yaptırımlar vardır. Ancak çalışma hukukunun uygulanmadığı durumların yaşandığı da bir gerçekliktir.
İşçiler insanca koşullarda yaşamak ve geçinebilmek için yeterli ücretleri alabilmelidir. Fakat işverenlerin açgözlülüğü nedeniyle bu çok zordur.
Bu yoksunluk ve yoksulluk gerçekliği karşısında işçi sınıfı ne yapabilir?
İşçiler, sendikal örgütlülük ile ücret dahil birçok hak için, birlikte mücadele vermelidir. Toplu iş sözleşmesi masasında pazarlık yapılarak daha yüksek ücretler elde edebilir. Sorunu kökten çözemese de ücretler iyileştirilebilir, yaşama koşulları daha insani olabilir.
Açıktır ki bunun için işçilerin işyerlerinde örgütlü olmaları, sendikal yönetimleri denetlemeleri ve iradelerinin iş sözleşmesi görüşmelerinde yani toplu pazarlık anlarında güçlü biçimde yansıtılmasını sağlamaları gerekmektedir.
———————–
(*) ‘Ücretli emek ve Sermaye’ isimli eserinde Marks “…ücret, kapitalistin belirli bir iş zamanı karşılığında ya da belirli bir işin yapılması karşılığında ödediği para tutarıdır. Kapitalist, bundan ötürü, para ile onların emeklerini satın alıyor görünür. Onlar da, kapitaliste bu para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu, ancak görünüşte böyledir. Oysa gerçekte onların para karşılığında kapitaliste sattıkları işgücüdür. Kapitalist bu işgücünü bir günlüğüne, haftalığına, aylığına vb. satın alır. Ve satın aldıktan sonra da, işçileri baştan şart koşulan süre boyunca çalıştırarak, bu işgücünü kullanır.” Şeklindeki açıklamasıyla ücret-emek ilişkisini (yaklaşık 150 yıl önce) açıklığa kavuşturmuştur. (Sf.20 Karl Marks Ücretli emek ve Sermaye – Ücret, Fiyat, Kar -.ERİŞ yayınları)
emek.org.tr