Yazarımız Olcay Karay, Per PETTERSON’un “At Çalmaya Gidiyoruz” isimli romanını kışkırtıcı değerlendirmesiyle işaret ediyor.
At Çalmaya Gidiyoruz / Per PETTERSON
“Acaba uzun bir süre yalnız yaşayınca insan böyle mi oluyor, bir düşüncenin ortasında birden konuşmaya mı başlıyor, konuşmakla konuşmamak arasındaki ayrım siliniyor mu, içimizde kendimizle sürdürdüğümüz hiç bitmeyen sohbet hala görüşmeyi sürdürdüğümüz insanlarla yaptığımız konuşmaların içine mi sızıyor, insan çok uzun süre tek başına yaşayınca birini ötekinden ayıran sınır bulanıklaşıyor mu, bu sınırı geçtiğini fark etmez duruma mı geliyor, diye düşünüyorum. Benim geleceğim de böyle mi olacak ? ”
Romanın baş kahramanı olan Altmış yedi yaşındaki Trond, inzivaya çekildiği Norveç kırsalındaki kulübesinde çocukluk arkadaşı Lars ile yemek yerken, Lars’ın “Seni tanıyorum” demesinden sonra bunları düşünüyordu.
At çalmaya gidiyoruz, hem bir büyüme, hem anımsama, hem de baba-oğul romanı olarak kurgulanan enfes bir roman. Yazarı Norveç’li Per Petterson, asıl mesleği kütüphanecilik olan ve ülkenin en iyi romancıları arasında gösterilen oldukça güçlü bir zihin. Kitapları onlarca dile çevrilirken, Türkçeye de Metis yayınları tarafından çevrilip basılmıştı.
Kitap temelde üç farklı zaman diliminin anlatılışı şeklinde ilerliyor, bunlar arasında da belirleyici olanı, anlatıcı ve romanın kahramanı olan Trond’un 15 yaşındaki haline denk düşen 1948 yazı ve yaşadıkları. Fakat roman, şimdiki zamanın diliyle yazıldığı için kitap boyunca Trond’un anımsadıkları “o anda”, yani şimdide geçiyor. Bunu da öyle ustaca yapıyor ki, bazen aynı sayfa içinde üç farklı zaman dilimiyle de karşılabiliyor okuyucu. Sırası gelmişken üçüncü zaman dilimi de, Trond’un babasının Nazi ordularının 1940-45 yılları arasındaki Norveç’i işgali sırasında yerel direnişçilerden olduğu ve verdiği mücadele anlatılıyor.
İçiçe geçmiş zaman ve geçmişin yükü
Roman alışılmışın dışında tarihsel bir seyir alma yöntemiyle anlatıldığı için onbeşindeki Trond’un en yakın arkadaşı olan Jon ile çıktığı orman gezileri ve birlikte “at çalmaya” gittikleri zamana odaklanmak, karakterin hem dününü hem de bugününü anlamaya yeterince yardımcı olacaktır. Genç Trond yaşına rağmen elinden birçok iş gelen bir çocuk ve bunların çoğunu babasından öğreniyor. Baba, politik mücadelesi sebebiyle mecburi bir yaşam alanına çevirdiği Norveç kırsalındaki kulübesinde ağaç kesip, istifleyip yakınlardaki nehirden yüzdürme yöntemiyle İsveç’e göndererek geçimini sağlıyor. Ayrıca aynı bölgede onun gibi birkaç aile de, aynı işle ilgileniyor. Buraya Trond bir kere gidiyor ve ailenin geri kalan fertleri (annesi ve ablası) bu durumdan habersiz. Burada sadece bir yaz geçirmesi bile, onun zihninde çok güçlü yer ediyor. (kadınlar ile yakınlaşmadan sıkı arkadaşlık bağlarına kadar) Kitaba ismini veren mesel ise aslında politik bir parola, bu deyimi babası da aynı kırsalda yaşayan yoldaşı Franz ile çoğu zaman kullanıyorlar. Fakat Trond bu deyimi, yıllar sonra karşılaştığı Lars’ın ağabeyi olan arkadaşı Jon ile komşu çiftlikteki yılkı atı denebilecek vahşi atları yakalayıp, sonrasında bırakarak gerçek anlamıyla deneyimliyorlar.
Trond’un o yaz tatili sürecine dair en şaşırtıcı tecrübelerinden birisi, arkadaşı Jon’un ikiz kardeşlerine bakması için evde kaldığı birgün sözünü tutmayıp, tüfeğini evde bırakması sonucu kardeşlerden Lars’ın ikizi Odd’u yanlışlıkla vurması oluyor. Bu olayın etkisinden kurtulamayan Jon evi terkedip, sırra kadem basarken, diğer kardeş Lars da şans eseri Trond ile yaşlılıkta karşılaşana kadar yeniden karşılaşmyorlar. (Burada Lars ile kaşılaşması romanın gidişatı açısından mühim, geçmişinin dehlizlerinde kendine iyi kötü bir yol tutturmaya çalışan Trond, bu karşılaşma sonrası çocukluğuna farklı bir açıdan yeniden bakmaya başlıyor.)
Diğeri ise babasının arkadaşı olan Franz’ın, birgün ona babasının içinde bulunduğu politik tercihi ve mücadelesini anlatışı oluyor. Burada babasının oğlu ile direkt bir ilişki kurmaktan kaçınıp, kendini arkadaşı aracılıyla oğluna anlattırması bana çok ilginç gelmişti. Çünkü kitap boyunca baba-oğul ilişkisi çok güçlü bir bağ varmışçasına vurgulanıyor. Sevginin fiziksel temasa, karşılılklı içtenliğe dayalı gösteriliş biçimini değil de, salt duyumsamayla gösteriliş biçimi de sanırım Trond’u yeterince tatmin etmeyecek oluyor ki, babasının arkadaşlarının annesi ile olan duygusal bağına şahit olduğunda babasına karşı öfkesi, kıskançlık ile karışık bir hal alıyor. (Burada babasına Franz’ın dışında, arkadaşlarının annesinin de yoldaşlık ettiğini öğreniyor) Yani kırsaldaki yerleşim yerleri aslında Nazizme karşı direnişin gizli mekanı. Fakat romanda politik atmosfer, tam anlamıyla güçlü bir anlatımdan uzak. Bunu da Trond’un hafızanın, işin bu durumuyla pek ilgili olmamasına yormak, pekala mümkün.
Trond roman boyunca baba özlemi çekmeyen bir imge yaratsa da, babasının hayatındaki yeri çok mühim. Birlikte geçirdikleri o dönemi sonrasında o kadar güzel ifade ediyor ki, yeni yaşamında bi iş yapılacağı zaman ” Babam olsa acaba nasıl yapardı” diye sürekli düşünüyor. Hatta birgün ısırgan otlarını elindeki orak ile biçerken ellerinin acımasından yakınır ve yavaşlar, sonrasında babası bunu sorduğunda “ellerim acıyor” diye cevap verir. Babasının bu durum karşısında “Canının ne zaman yanacağına sen karar verirsin” diyerek çıplak elleriyle otları yolduğu sahnedeki “Sen kendin karar verirsin” cümlesini, yaşam boyu düstur ediniyor. Babasına olan öfkesinin asıl sebebi de, o yazın bitiminde babasının bir daha eve dönmeyeceğini söylediği mektup oluyor. Altmış yedi yaşında kendini hala dinç hissederken, iliklerine kadar yaşamı duyumsamak için, çocukluğunda babasının yanında geçirdiği o yaza benzer bir kulübede kendini yeniden keşfederken, bunu gerçekten bir kurtuluş yöntemi olarak benimsiyor. Bu kaçışın birçok sebebi olmakla birlikte , ikinci eşini bir trafik kazasında kaybetmesi de belirleyici. Yine de tam olarak bir kaçış için mi, yoksa yüzleşme için mi orada bulunduğuna net olarak cevap vermek biraz güç. Tercih ettiği bu yeni yaşamında köpeği Lyra ile uzun yürüyüşlere çıkan Trond, babasına dair düşünceleri odağında “bir insanı ne kadar tanıyabilirsin” sorusunun büyüklüğü ile sürekli meşgul. Bunu romanın her cümlesinde hissedebiliyorsunuz. Geçmişini nereye koyacağını bilemeden olgunluk dönemi geçiren bu yaşlı adam, bütün bunları bilinci bulanık, karanlığın dehlizlerinde savrularak değil, anlamladırmaya çalışan bir disiplin ile yapmaya çalıştığını söyleyebilirim.
“Yazgıyla kan kardeş oldum ben, başıma ne gelirse gelsin kucaklamaya hazırım!” syf. 7
Kitaba ayrı bir derinlik ve anlam kazandıran önemli ayrıntılardan birisi de, yazarın seçtiği mekan. Uzun huş ağaçları, ormanın dibinde akan nehir ve Norveç kırsalının soğuk iklimi. Ortamın bütün olanakları ustaca kullanılmış. Ayrıca yalın diliyle yarattığı bütün karakterlerin her biri, kitaba ismini verdiği “At çalmaya gidiyoruz” parolası ile geçmişi anlamaya ve anlamlandırmaya yönelik birer davetin özneleri oluyorlar.
Per Petterson, belleğin bir insana bu kadar güçlü, destansı romanlar yazdırması nasıl mümkün oluyor sorusuna, satır satır cevaplar veriyor. Kesinlikle ne yazsa okurum dedirtir.
(kaynak: Altıyedi sanat edebiyat dergisi 16. Sayı)
Emek.org.tr