“25 KASIM Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü” dolayısıyla Dünyada ve ülkemizde sokak eylemleri, salon etkinlikleri gerçekleştirildi. Kadınlar, kadın örgütleri, işçiler ve sendikalar, siyasi partiler, kültür ve sanat kuruluşları, aydınlar, sanatçılar yani tüm toplumsal kesimler kadına yönelik şiddete karşı olduklarını haykırdı. Toplumsal sistem ve kadına şiddet içeren anlayışlar, uygulamalar, yasalar, protesto edildi. Kadınları yaşadığı sınıfsal, ulusal, cinsiyet ve inanç kaynaklı baskı ve şiddet üzerine paneller yapıldı.
Bu etkinliklerden biri de İstanbul Avcılar ilçesinde faaliyet gösteren Avcılar Kültür Sanat Derneği’nde gerçekleştirildi. Yapılan söyleşide, farklı mesleklerden ve değişik yaşlardan kadınlar ve erkekler, kadın ve şiddet konusunda görüş ve düşüncelerini paylaştı.
Söyleşide kadına şiddet konusunun, insanlık sorunu olduğu, hemen her kesimin bilinçlenmesi, yaşam içerisinde şiddete karşı bilinçli tavır alması, kadın örgütlenmesinin ve mücadelesinin önemi üzerinde duruldu. Bu etkinlikte iki sunum yapıldı ve bunlardan hareketle tartışmalar gerçekleşti.
Bu aydınlatıcı ve öğretici etkinlikten sağlık emekçileri tarafından yapılan söyleşinin sunum metinlerini aktarıyoruz. Kadına şiddetin tarihçesi ve mücadelenin bazı yönlerini işaret eden ilk sunum metni şöyledir
Dünden bugüne, kadına karşı şiddet ve mücadele
“1960 yılının 25 Kasım`ında, Dominik Cumhuriyeti` nin kuzey bölgesinde bir uçurumun dibinde üç kadın cesedi bulunur.
Bunlar Mirabal kardeşlerdir.
Ertesi gün El Cardibe Gazetesi`nde, bu ölümlerin bir kaza sonucu meydana geldiğini anlatan bir haber çıkar.
Oysa gerçek göründüğü gibi değildir.
General Trujıllo`nun diktatörlüğüne karşı yürütülen faaliyetlere aktif olarak katılan üç kız kardeş gizli polis tarafından, tecavüze uğrayıp vahşice öldürülmüştür.
Mirabal Kardeşler; Patria, Minerva ve Maria Teresa Mirabal, Dominik Cumhuriyeti`nde bir köyde doğmuş, ülkelerindeki siyasal özgürlük mücadelesi için kararlılıkla mücadele etmiş, defalarca hapsedilmiş işkencelere maruz kalmış sonunda da Rafael Leonidas Trujıllo Diktatörlüğü tarafından zalimce katledilmiştir. Bu üç kız kardeş, Las Mariposas( Kelebekler) olarak anılıp, ölümsüzleşirler.
Onlar için, şairler şiir yazar, Julıa Alvarez Kelebekler Zamanı adlı romanında yaşamlarını anlatır ve onların kelebekler olarak tanınmasına neden olur.
25 KASIM, daha sonra Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü olarak tüm dünyada çeşitli etkinliklerle gündemleştirilmektedir.
Kadına yönelik şiddet, çoğunlukla bir tabu olarak görüldüğünden uzun yıllar göz ardı edildi ve belgelenmedi. Bu konuya toplumsal dikkat son 20 yıldır yine devrimci ve duyarlı kadınların direnişiyle çoğaldı. Tüm dünyada açık bir insan hakları ihlali, halk sağlığı sorunu olarak kabul edilmesi için kadınların ödediği bedeller oldu.
Kadına yönelik şiddet bir insanlık suçudur. Dünyada ve ülkemizde kentli, köylü, eğitimli, eğitimsiz, varlıklı, yoksul, genç, yaşlı, ev kadını, çalışan kadın fark etmeksizin bütün kadınların ortak sorunudur.
Kadına yönelik şiddet ister kamusal ister özel yaşamda olsun kadının fiziksel, ruhsal, sosyal, cinsel ve ekonomik açıdan zarar görmesine, acı çekmesine, onurunun zedelenmesine, özgüvenini yitirmesine, kadınlara yönelik ayrımcılığın sürmesine yol açan bir eylemdir.
Kadına yönelik şiddet işyerinde, okulda, sokakta, gözaltında, her yerde vardır. Ancak kadınlar en korunduğu ve en güvendiği yer diye bildikleri evlerinde bile; saygı, sevgi bekledikleri yakınları tarafından daha yaygın bir şekilde şiddete maruz kalmaktadır.
Oysa biz kadınların isteği nedir? Bunca yozlaşmanın, bunca soysuzluğun, bunca yoksulluğun içinde onuruyla varlığını sürdürmek, yaşamın içerinde yer almaktır.
Zaten dışarıda her türlü ayrımcılığa maruz kaldıkları yetmiyormuş gibi bir de en güvenli olduklarını düşündükleri evlerinde bile en yakınları tarafından cinsel istismara uğramak, kocaları tarafından maddi-manevi işkence görmek, dayak yemek, töre cinayetlerine kurban gitmek kader değildir. Kadınların fıtratında böyle bir yazgı da yoktur. Biz kadınların kurtuluşu, sesimizi yükselttiğimizde, sokağa eylemem haykırmaya çıktığımızda, kadınlar olarak dayanışma içinde olduğumuzda, kısacası örgütlendiğimizde, haklarımıza sahip çıktığımızda, kendimize değer verdiğimizde gerçekleşecek; erkeklerin elleri yakamızdan düşecektir.
Cinsel, Ulusal, Sınıfsal Sömürüye Hayır!
Dünyayı bizim yetiştirdiğimiz çocuklar değiştirecek
Yaşasın Onurlu Mücadelemiz!
… … …
Kadın ve kölelik yasaları
İkinci sunumda, mevcut toplumsal yaşantımızda etkili olan bazı yasalar, değerlendirilerek eleştirildi. Söyleşi sunum metni şöyledir:
“Faşist iktidarların toplum mühendisliği çalışmalarının başat konusu kadın ve kadın bedenidir. Bu politikalarda nüfusun artması için kadınların doğurması, kürtajın yasaklanması, kadınların itaati istenmekte, ve kendilerinden aynı itaatkar nesilleri yetiştirmeleri beklenmektedir. İktidar dini referansları her konuda kullanmakta, yaşamın her alanına nüfuzunu artıracak propagandayı yapacak kadın kolları örgütlemektedir. Franco İspanya’sında genç kadınların “iyi bir vatansever”, “iyi bir Hıristiyan”, “iyi bir eş” olmalarını istenmiş ve bu alanda çalışmalar yürütülmüştür.
Ülkemizde de AKP iktidarı kendi muhafazakar anlayışını tesis etmek için pek çok müdahalede bulunmuş; özellikle de kadınların ve çocukların hayatına ciddi zararlar vermiştir. Süreçte;
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adı değiştirilerek Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yapıldı.
Kadın erkek eşitliğini güçlendirmek konusunda politikalar üretmekle görevli tek resmi mekanizma olan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Bakanlık altında etkisiz ve yetkisiz bir birim haline getirildi. Türkiye’nin imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi’nde bunun altı kalın harflerle çizilmiş olmasına rağmen, kadın erkek eşitliği fikri bilerek tahrip edildi ve soyut bir aile mefhumu her kadına dayatıldı.
Kadınların yaşadıkları sorunlara dini yanıtlar arandı, Diyanet ile yapılan protokoller aracılığıyla “aile eğitimi” ve “aile danışmanlığı” adı altında kadına yönelik şiddeti görmezden gelen eğitimler verildi.
Kadınların hayattaki istekleri gözetilmeden üç-beş çocuk doğurmaları istendi, eğitimli genç nesiller erken evliliğe teşvik edildi.
Kürtaj yasağı geri getirilmeye çalışıldı.
Pek çok yargı kararında erkek şiddeti meşru görüldüğünden, kanunlar uygulanmadığından kadın cinayetleri arttı.
Denetimsiz kurumlarda çocuklar istismara uğradı.
Aile ve Soysal Politikalar Bakanlığı, bütçesinin %95’ini ayırdığı sosyal yardımlarla ve Diyanet ile işbirliğiyle o kadar meşguldü ki kadınlar savcılığa başvurdukları halde öldürülmeye devam etti.
Son olarak da kamuoyunda müftülük yasası olarak bilinen yasa ile müftülere nikah kıyma yetkisi gündeme geldi.
“Müftülük yasası” olarak bilinen Nüfus Hizmetleri Kanun Tasarısı
Müftülük yasası, medeni haklara saldırı niteliğinde olup aile ve evlilik sözleşmesinin dini referanslarla kurulmasını öngörmektedir. Uygulamada kadın-erkek eşitliğini temel almayan, kadınların boşanmaması gerektiğini savunan ve dolayısıyla şiddete mahkûm eden bir kurumun temsilcisi olan müftülere, evlilik alanında resmi yetki verilmiştir.
Kadınlar, bu uygulamalar ile isteseler de istemeseler de hükümetin/ AKP’nin tanımladığı bir dini çerçevede hayatlarını devam ettirmek zorunda bırakılmaktadır. Bu bir devlet dini yaratma ve toplumsal alana iyice yedirilme sürecidir. Bu durum başka dine mensup kişiler için de ciddi bir eşitsizliğe yol açacaktır. Aynı zamanda çok hukukluluğun yani farklı dine mensup kişiler için farklı hukuk sistemlerinin uygulanmasının önünü de açmaktadır.
(Oysa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Refah Partisi’nin başvurusu sonrasında “çok hukukluluğun, yani Aleviler, Nusayriler, Hıristiyanlar, Yahudiler, Bahailer’e ayrı hukuk kuralı getirmenin İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olacağını” ifade etmiştir. )
Doğum sonrasında sözlü beyanla nüfus bildirimi
Doğum sonrasında sözlü beyanla nüfus bildirimi, çocuk istismarını gizlemek için çok yaygın biçimde başvurulan bir yoldur. Halihazırda doğum yapan bir kadın, doğumu hiçbir sağlık personelinin takibinde gerçekleştirmediyse Nüfus Müdürlüklerine sözlü bildirimde bulunarak doğan çocuğu kaydettirebilmektedir. 18 yaş altı gebeliklerde genelde kız çocukları hastaneye getirilmeyerek yerine başka bir evli yakını nüfus müdürlüklerine sözlü bildirimde bulunabilecektir.
Çocuk yaşta evlendirme bir cinsel istismar biçimidir ve örtbas edilmesi için yasalarda ve uygulamada herhangi bir açık bulunmamalıdır. Muhalefetin ısrarı sonucunda mülki amirin talimatı ile her sözlü doğum bildiriminde aile hekiminin araştırma yapması zorunlu hale getirilmiştir.
“Türk vatandaşlığının evlenme yoluyla kazanılması” başlıklı kanun
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayanların evlilik yoluyla vatandaşlığa başvurabilmesi için getirilen “genel ahlak” kriteri de gündeme gelmiştir. Zaten evlilik yoluyla vatandaş olmak için “evlilik birliği ile bağdaşmayacak bir faaliyette bulunmama” ve “kamu düzeni bakımından engel teşkil etmeme” şartları hâlihazırda kadınların aleyhine uygulanırken getirilmeye çalışılan bu kriter kadınların ve Meclisiçi muhalefetin mücadelesi sonucunda iptal edilmiştir. Kadınlar Türk Ceza Kanunu’nda yer alan “Genel ahlak ve adaba karşı suçtur” tanımını değiştirmek için mücadele etmiştir. Ne olduğu herkese göre değişen ahlak sözü kadınların hayatını kontrol etmek için kullanılmaktadır. Kadınları ahlaksızlıkla suçlayanlar aslında kadınları kontrol etmek; kendi çıkarlarını ve erkek egemen iktidarlarını korumak isteyenlerdir.
“Boşanma sürecinde arabuluculuk düzenlemesi”
Kadına yönelik psikolojik, fiziksel, cinsel her türlü şiddetle ilişkili konularda arabuluculuk ve uzlaşma İstanbul Sözleşmesiyle yasaklanmıştır. Boşanma davalarının en önemli ve en az kayıt altına alınan nedeni psikolojik ya da fiziksel, çeşitli şiddet biçimleridir. Şiddeti görmezden gelip kadınları boşanmasınlar diye zorladıkça kadın cinayetleri artmaktadır. Bugün savcıların koruma kararı çıkardığı kadınlar bile öldürülmekte iken yarın arabuluculuk adı altında kendisine şiddet uygulayan erkekle aynı çatı altına gönderilecek kadınların da benzerini yaşaması kaçınılmazdır.
Kadınları erkeklere itaate zorlamak için hükümet tarafından dini referanslar fazlasıyla kullanılmaktadır. Kadınları boşanmaktan vazgeçirme süreci de “zor” kullanımından bağımsız düşünülemez ve arabuluculuk aslında erkek şiddetini artırarak kadınları yıldırma süreci olarak işleyecektir. Tam da bu nedenle “müftülük yasası”nı bir bütünün ilk parçası olarak ele alıp, evlilik sözleşmesinin dini kurallarla kurulmasına, sürdürülmesine, erkeklerin ve erkek egemenliğinin güçlenmesine neden olacağını görmek ve bununla mücadele etmek gerekmektedir.
Kamuoyunda Boşanma Komisyonu olarak adlandırılan “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi için Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu” raporunun yayınlanması sonrasında gündeme gelen bu arabuluculuk/ uzlaştırma konusu raporun diğer maddeleri gibi kadın örgütleri tarafından çok ciddi eleştiriye uğramıştır. Komisyon, adından da anlaşıldığı üzere kadın değil aile üzerinde durmakta, ülkemizde evlenme hızı boşanma hızından oldukça fazla iken bu konuyu ciddi bir “sorun” olarak algılatmaya çalışmaktadır. Komisyon raporunda 15 yaş altı evlilikler neredeyse yasal kılıfa sokulmakta, hadım uygulaması önerilmekte, erkeklerin mağdur! edildikleri iddiasıyla kadınlara koruma kararı için delil aranmasını istemekte, aile duruşmalarının özel alan olduğu öngörüsüyle gizli yapılması gerektiği savunulmaktadır. Aynı raporda, nafaka hakkı evlilik süresine bağlanmakta, kadınların mesai saatleri içinde karakollara başvurusu zorlaştırılmakta, danışmanlık hizmetleri için ilahiyat fakültesi mezunlarına da yetki verilmektedir. Boşanmaların araştırılması ve ailenin güçlendirilmesinden anladıkları, kadınların haklarını iyice budamak, onları aileye/ eve tıkmak, her türlü şiddete rağmen evliliğin devamını sağlamaktır.”
emek.org.tr