Yazan Ali İbrahim ÖNSOY –
“Faşizm” üzerine söylemlerin artığı bir süreçteyiz. Elbette bunun toplumsal bir karşılığı var. Ancak “Faşizm”, “faşist” ve “faşizan uygulamalar”vb. kavramların geçtiği konuşmalarda ve üretilen yazı-çizilerde; faşizm olgusunun tarihsel-toplumsal bağlamından koparıldığı, belki de bunun bilinçli/kasıtlı yapıldığı akla gelebilir. Toplumsal-sınıfsal bağlantılarından uzaklaşan her söylemin, gerçeklikleri ve olguları çarpıttığı açıktır.
Emek dostu Yazar ALİ İBRAHİM ÖNSOY’un makalesini öğretici ve aydınlatıcı olması nedeniyle emek.org.tr izleyicileriyle paylaşıyoruz.
SEZAİ SAMİ “FAŞİZM”
Son günlerde partilerin liderleri, sözcüleri ve her şeyden ahkâm kesen “uzmanları” “faşist”, “faşizm” üzerinde ağdalı konuşmalarının incir çekirdeğinin içini dolduracak kadar bilgileri olmadığı görülmekte. Bilenlerin sözlerine yer verilmiyor bilmeyenler tıpkı eski vekilin “Marmararay”ın İBB’ nin bir iştiraki sanacak kadar bilgili ve uzman. Sezai Sami ile yaptığım telefon konuşmalarında, yolladığı alıntıların bulunması ve sonra derleyip toplamak zamanımı aldı.
“Geçen yüzyıl başında kapitalist emperyalistler arasındaki pazar rekabeti sıcak savaşa dönüşmesi ve sonrasında çözümsüzlük daha da arttı. Bunların kendi aralarındaki dönemsel çelişkileri “geç dönem kapitalizme ulaşma ve tekelci sermayenin” doymak bilmezliği, uzlaşmazlığı daha da arttırdı. Kapitalist/emperyalistlerin kendi aralarında uzlaşmazlığı, yasal düzenlemelerle bile giderilemedi. Yapay çözümler, geçici birliktelikler çare olmadı. Kendi aralarındaki pazar paylaşım sorunu yanında kendi ülkelerinde yöneten ve yönetilenler arasında ekonomik, politik ve sosyal çelişkiler daha da artı savaş kaçınılmaz oldu.
Savaş, açlık, yokluk, yoksulluk ve salgın hastalıkları peşi sıra getirdi. Sırça köşklerde oturan bencilce gözü dönmüş hırsları için her şeyi yapanlar savaşın getirdiği vahşete kulaklarını tıkadı. Oysa kadın erkek, çoluk çocuk, genç yaşlı onların doymak bilmez çıkarları için ölürken ülkeler viraneye döndü. Savaşın sonlarına doğru 1917 Ekim’de Rusya’da Çar devrilir. İktidara gelenler, yetkilerini yurttaş için kullanan toplumcu, ortaklaşacı bir düzen kurar. Rusya’da Çarlık işçi sınıfı ile yoksul halkın gücüyle devrilir, yeni iktidar kurulu sistemin dışına çıkar.
Avrupa’nın birçok ülkesinde ve özellikle Fransa, Almanya ve İtalya’da işçi sınıfı ve yoksul halk hareketi vardı ama Rusya’daki gibi başarılı olmadı. Savaştan çıkar sağlayamayan yöneticiler savaşın getirdiği yokluk ve yoksulluğun sorumlusunun “savaşa karşı çıkanları, işçi sendikalarını, demokratik kuruluşları ve sosyalistleri” gösterdi. Eski asker ve güvenlik elemanları bellerindeki silahlarla terör estirip cinayetler işlemeye başladı; hükümetler bu tür olaylara karşı güvenlik alacağına seyirci kaldı, el altından destekledi. Birçok demokratik kitle yöneticisi işkence görürken kimileri Rosa Lüksemburg gibi hain pusuda öldürüldü.
Sovyet Rusya sistemin pazarı dışına çıkması kapitalist/emperyalist ülkeleri ve tekelci kuruluşları ekonomik ve politik olarak gelir ve hâkimiyetlerini kısıtladı. Bu ülkelerin yöneticileri savaş çığırtkanlığına tekrar başladı. Özellikle Almanya ve İtalya’da, bir koyup on alacağız diyen ırk ve din kardeşliği, birlikteliği ve üstünlüğü diyen saldırgan terörist politika güdenleri iktidara taşıdı.
Savaşın getirdiği açlık, yoksulluk, yıkım ve tahribattan ders almayan iktidarlar elbet vardı. Almanya’da iktidara gelen, “mutlak güç elimde” diyerek ülke içindeki demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırır, devlet yapısını ve toplumsal yaşamı askerileştirir, muhalefeti ve diğer tüm azınlıkları susturup baskı adlına alır, şiddet uygulamaktan çekinmez. Gerek devlet gerekse hükümet tüm uygulamalarında kişiye bağlı mutlak monarşi ilkesine göre biçimlenir. Basın yayın mevcut lidere göre yayın yapar. Muhalif ya da aykırı düşünceler ve yayınlar sansürlenir, maddi cezalar verilir, kurumları kapatılır. “Hâkim” olan mutlak gücün karşısına kimsenin çıkmasına izin verilmez yasaklar, baskılar ve şiddet meşrulaştırılır. 30 Ocak 1933 başında Almanya ‘da iktidara gelen Hitler ve ekibi kahverengi gömlekliler Naziler toplumda infial yaratmak için Alman Meclisini (Reichstag) 27. Şubat 1933 de yakar. Aynı günlerde Almanya’da işçi sendikalarının uluslararası toplantısı vardır. III. Enternasyonalin sendikalar sorumlusu Georgi Dimitrov da oradadır ve yangının sorumlusu yapılır. Georgi Dimitrov, yargılama sırasındaki savunmasında Hitler ve Nazi iktidarının yani “faşizmin”, “finans kapitalin en gerici, en ırkçı, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” olduğunu tanımlar. İtalya da Hitlerin ikizi Mussolini ve “faşist” kara gömlekliler iktidardadır. Daha sonraki yıllar da İspanya’da Franko, Portekiz’ de Salazar iktidara yerleşir ve II. Pazar paylaşım savaşı kaçınılmaz olur. Bunların yanına Asya’dan da Japonya kral Hirohito ile üstün ırk ve hâkimiyet içgüdüsüyle vahşice saldırılarına başlar.
1.Pazar paylaşım savaşı ilkinden daha ağır ve şiddetli geçer. Hitler ilkin Avrupa’daki komşu ülkeleri sonra Sovyet Rusya’yı; İtalya Akdeniz, kuzey Afrika ülkelerini; Japonya devasa Çin ve diğer Asya ülkelerini işgal eder. Savaş bu üç kıtaya hızla yayılır. Bu üç saldırgan ülke işgal ettikleri ülkelerin yönetimine kendilerine biat eden kukla yönetimleri getirir. Savaşın silah tüccarlarına, tekelci şirketlere ve bu vahşi hengâmede çapulculuk yapanlara yaradığını görenler gerçekte savaşın yıkım, kıtlık, yoksulluk ve vahşet olduğunu gördüler. Kimileri önemsemedi, kimileri bundan çıkar sağlamaya çalıştı fakat savaş başladığında iş işten geçmişti. Faşizm, kapitalist emperyalizmin en ırkçı, en dinci, en geri unsurlarını içinde barındırır, yaptıklarına karşı çıkan, insan hakları, temel hak ve özgürlükleri savunan, muhalif olan kim varsa ona yaşama hakkı tanımamakta.
Savaşta savunmasız silahsız insanlara acımasızca katliamlar yapıldı; salgın hastalık her tarafa yayıldı, aynı din ve ırktan olmayan büyük küçük, kadın erkek gaz odalarında ölüme gönderildi; aynı düşüncede olmayan biat etmeyen ve düşüncelerini söylemekten çekinmeyen ya kurşuna dizildi ya da idam edildi ve sonunda geriye yoksulluk, yoksunluk, açlık, yıkılmış viraneye dönmüş kentler kaldı. İnsanlığın yaşadığı bu durumdan ve bu ağır bedele rağmen birileri yine ders çıkarmadı. Çıkar ve menfaatlerini düşünen kapitalist emperyalistler II. Paylaşım savaşı sonrası III. Döneme damgasını vuracak olan ABD hâkimiyetini baş jandarmalığı ele alarak başladı. Savaşın son günlerinde Japonya’ya nükleer bomba atmasıyla silahın büyüğü güç bende dedi. Bu da yetmedi askerleriyle işgal etti. II. Savaş bitti ama pazar paylaşım savaşı bitmedi. Doğu Avrupa, Çin ve Asya’da birçok ülke II. paylaşım savaşı sonrasında işgale ve faşizme karşı “halk savaşı” verenler iktidara geldi.
Baş jandarmalığı üstlenen ABD III. bunalım döneminde “baş aktör” olarak yerini aldı. ABD askeri ve ekonomik güç bende diyerek savaşa giren ülkelere askerleriyle güvenliği oluşturdu, ekonomisi ve sanayisi tarumar edilen özellikle Avrupalı ülkelere kalkınmaları için yardım yaptı. Ekonomiye yön vermek için Dünya Bankası ve IMF’ yi kurdu. Bölgesel ekonomik ve askeri birlikler kurdurdu. Bu da yetmedi yardım yaptığı ülkelerin başta asker ve sivil devlet görevlileri olmak üzere ülkesinde eğitim verdi. Eğitimler askeri/güvenlik, devlet yönetimi, sağlık ve eğitim başta olmak üzere seçici kişilere verildi. Eğitim alanlar kendi ülkelerinde ayrıcalıklı ve dokunulamaz kişiler haline getirildi.
Savaş bitti mi sorusu sormak çok zor, kapitalist/emperyalizmin yeni dönemi başladı. Bu, III. Bunalım dönemi. Yeni dönemde eğittiği kişiler devlet yönetiminde kimi asaleten kimi de gölge kişi olarak görevlendirdi. ABD kendi ekonomisi ve diğer uluslararası tekelci şirketler için saldırgan bir politika güderken askeri hareketlerden taviz vermedi. Silah yarışı ve ardından “soğuk savaş” ülkelerin ekonomilerini askerileştirdi. 1950 yıllarda Bayar/Menderes döneminde bizim gibi ülkelerde “Seferberlik Tetkik Kurulu” günümüzdeki adıyla “Özel Harp Birliği” kurulur. ABD Pentagon (Savunma Bakanlığı) ve NATO’da asker ve sivil eğittiği kişileri direk ya da dolaylı olarak kendine bağlı çalıştırmakta. İMF ve Dünya Bankası’na göre gelişmekte olan aslında geri bıraktırılmış ülkeler sisteme ve baş jandarmaya bağlı yönetilmekte. Sistem toplumsal iş bölümü adıyla emek yoğun işleri, çevreye bıraktıkları atıklarıyla zarar veren işkollarını bizim gibi ülkelere taşıdı, yöneticilerimizde sanayileşiyoruz “gelişiyoruz” dedi.
Bizim gibi ülkeler “sanayileşirken” doğaya verdikleri zarar ve bir o kadar çarpık kentleşme toplumsal sorunları ön göremez haline geldi. Acı ama gerçek, 1950’lerdeki cumhurbaşkanı Celal Bayar “Her mahallerde bir milyoner” yetiştireceğiz dedi. Bir milyon insan bir kişiye baktı. Çelişkiler yani sorunlar sadece ekonomik olmayıp politik ve toplumsal boyuta çıktı. Eşit olmayan gelişimde denge yoktur, eşitlik ve denge isteyene yasak, baskı ve şiddet uygun görüldü. Sendikalara izin verilir kurulur ama örgütlenmesi engellenir, özgürlükler verilir konuşmak muhalefet etmek yasaklanır, kendilerinin yaptığı yasalar bile bol geliyor denilerek daraltılır. İşkenceler meşrulaşır, muhalif aydınlar hain tuzaklarda öldürülür insani haklar ayaklar altında çiğnenir. Zaman gelir ABD’nin eğittiği “bizim çocuklar” ülkede darbe yapar. Darbeciler yurttaşların tüm haklarını gasp eder, tüm kurumlar ve partileri kapatılır, ülke yarı açık bir cezaevi konumundadır. 17 yaşındaki çocuk asılır, binlerce insan sorgudan geçirilir cezaevlerine atılır. Ülke varsa yoksa “konsey” üyelerinin omuzu kalabalık yıldızlarının gölgesi altında yaşamaya mahkûm edilir.
İktidarı elinde bulunduran güçler Sezai Sami’nin deyişi ile “yakası kalkık, omuzu kalabalık ve beli silahlı” güçlerle iyi ilişkiler kurmak için maaşlarına ek ücretler verdirir. Devlet ve diğer kamu çalışanlarından daha fazla maaş alanlar kendilerini ayrıcalıklı hissetti, fakat her şeyin bir bedeli vardı. Maddi ve manevi ayrıcalıklı olanların çoğu bu bedeli biat ve emir kulu olarak yerine getirir.
Devlet yönetimini elinde bulunduran gücünü hegemonyasını mutlak güce dönüştürdü. Her hegemonya mutlak güç mutlak istismarı ve toplumsal tehlikeyi içinde barındırır. Kendisine biat etmeyen muhalefet edenlere hakaret ederek emirler yağdırması, “yakası kalkık, omuzu kalabalık ve beli silahlı” ayrıcalıklı kamu görevlileri vasıtasıyla baskı, şiddet, yasaklama, yargılama ve sorgulama hat safhasına varır.
“İktidar ve güç benim” diyen devlet yöneticileri, toplumsal muhalefete, “ekmek, emek ve özgürlüğü” savunan yurttaşlara hadsizce saldırmakta, kendi paralelinde olmayan sendika, meslek odası ve baroların işlevselliğini kıskanıp demokratik haklarını engellemekte, komşu ülkelerle ikiyüzlü dış politika gütmekte, toplumsal muhalefete ve diğer azınlıklara aba altından sopa gösterip, demokratik haklarını kısıtlamakta. Kendi partisinden olmayan seçimle gelen yerel yöneticiler cezaevlerine atılır, yerlerine mülkiye görevlileri kayyum olarak atanır. İhale ve kamusal görevlendirmelerde kayırmacılık alenen görülürken, geri ödemesi düşünülmeden hesapsızca alınmış aşırı tutardaki dış borçlanma artar. Baskı ve şiddet devletin bir işleyişi haline gelmiş, ayrıcalıklı kesim yaptıkları ile dokunulmaz zırhına bürünmüş, temel hak ve özgürlükler ayaklar altına alınmış ise bu uygulamalara, sistem haline getirenlere ve bu sisteme ne ad verelim?”
Sezai Sami bunu yazdırdı yanıtını bul dedi. Bunun yanıtını ben de merak ediyorum.
Not: Sezai Sami’nin söylediklerinin hepsini aktaramadım üzgünüm kısıtlama yapmak zorunda kaldım. (İSTANBUL HAZİRAN 2020)
ALİ İBRAHİM ÖNSOY
emek.org.tr