1950-53 Kore savaşında Kore halkı zulüm gördü, 3 milyon Kore yurttaşı katledildi

Son haftalarda gündemden düşmeyen milliyetçiliğin, şovenizmin ve gericiliğin kol gezdiği ülkemizde ‘Ayla’ filmi vizyona girdi. Çok önemli bir olaydır Kore savaşı. Orada gerçekte neden savaşıldığı,  ABD ve ittifak güçleri tarafından Kore halkına nasıl zulmedildiği bizde pak anlatılmaz. Türkiye izlediği politika ve savaşa katılmasıyla tarihsel bir sorumluluk taşımaktadır. Kore halkına karşı işlenen emperyalist suça ortak olunmuştur. […]

Son haftalarda gündemden düşmeyen milliyetçiliğin, şovenizmin ve gericiliğin kol gezdiği ülkemizde ‘Ayla’ filmi vizyona girdi.

Çok önemli bir olaydır Kore savaşı. Orada gerçekte neden savaşıldığı,  ABD ve ittifak güçleri tarafından Kore halkına nasıl zulmedildiği bizde pak anlatılmaz. Türkiye izlediği politika ve savaşa katılmasıyla tarihsel bir sorumluluk taşımaktadır. Kore halkına karşı işlenen emperyalist suça ortak olunmuştur.

Emperyalistler arası paylaşım savaşı olan 2.dünya savaşı sonrasında, Kore’de emperyalist işgal ve karşısında direnen Kore halkı vardır. Bu savaşta 3 milyondan fazla Kore yurttaşı katledilmiş, ülkeleri bölünmüştür. ABD katliamları, vahşeti saklanır ve insanlarımıza başka masallar anlatılır. Türkiye,  emperyalist ABD saflarına geçmek için dönemin Menderes hükümeti, Kore halkına ve sosyalist dünyaya karşı yürütülen mücadelede emperyalizm safında yer almış, sonra emperyalist savaş aygıtı NATO’ya üye olmuş ve ABD yardımlarından ve kredilerinden yararlanmaya ‘hak’ kazanmıştır.

Ayla’ filmi birçok şeyi gerçekliğinden kopartarak çarpıtmaya ve katliamı meşru göstermeye çalışıyor. Tarihe, tarihi gerçeklere karşı suç işliyor.

Bertan Eren’in yazısını, bu tarihsel hikayeyi gerçeklerle birlikte ve bütünlüklü anlattığı için okuyucumuza aktardık. ‘AYLA’ Filminin, Kore Savaşı’nı nasıl çarpıttığını Bertan Eren (soL Kültür – 02 Kasım 2017) yazdı…

… … …

‘Ayla’ filmi Kore Savaşı’nı nasıl çarpıtıyor?

27 Ekim 2017 tarihinde gösterime giren Ayla filmi (Yönetmen: Can Ulkay) 1950’lerin başlarında yapılan Kore Savaşı filmlerinin ardından (her ikisini de Seyfi Havaeri’nin yönettiği Kore’de Türk Kahramanları, 1951 ve Kore Gazileri, 1951; Kore’de Türk Süngüsü, 1951, Vedat Örfi Bengü) Türkiye’de sinemanın kamerasını bir kez daha Kore Savaşı’na çevirdiği, Türkiye–Güney Kore ortak yapımı bir film.

Ayla, Box Office Türkiye verilerine göre gösterimdeki ilk üç gününde 312 bin 135 biletli seyirci tarafından izlenmiş. “İzleyen herkesi ağlattığı” söylenen ve Ziraat Bankası’nın ana sponsoru olduğu Ayla filmi, Türkiye’nin Oscar adayı olarak da tanıtıldı.

FİLMİN HİKAYESİ

Kore Savaşı’nın başlamasıyla birlikte BM’nin yaptığı çağrıya Türkiye yanıt verir ve Kore’ye bir tugay gönderir. Savaşa gönderilen askerlerden astsubay Süleyman Dilbirliği, savaş meydanında annesi babası öldürülmüş küçük bir kız çocuğu bulur. Tüm bu savaşın ve yıkımın içerisinde, Ayla ismini verdiği bu kızla birlikte Kore’de 15 ay geçirir Süleyman astsubay. Ama bu 15 ayın sonunda Süleyman astsubayın, yerini başka birliklerden gelecek olan askerlere bırakmak üzere Türkiye’ye dönmesi gerekir. Ayla’yı bırakıp gitmek istemeyen Süleyman astsubay, onu Türkiye’ye götürmek konusunda ısrarcıdır fakat bu mümkün olmadığı için tek başına Türkiye’ye dönmek zorunda kalır. Türkiye’ye döndükten sonra ise Ayla, Süleyman Dilbirliği’nin aklından çıkmaz ve onunla tekrar irtibat kurabilmek için yoğun bir çaba sarf eder, fakat bu çabaları bir sonuç vermez. Yaklaşık altmış yıl birbirlerinden ayrı kalan Ayla ve Süleyman Dilbirliği, en sonunda Güney Kore’nin başkenti Seul’de tekrar bir araya gelirler.

Savaş, ayrılık, kavuşma: Bir başyapıt da çıkarabilecek, bir melodrama da dönüşebilecek bir temanın unsurları… Ayla, bu iki anayoldan hangisinde ilerliyor; buna geçmeden, tarihsel olgular üzerinden Kore Savaşı’nın seyrini aktaralım.

KORE SAVAŞI HAKKINDA GERÇEKLER

Sahi, Kore’de ne olmuştu?

Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’nı açıklarken kullanılan “bir Sırp’ın Avusturya–Macaristan İmparatorluğu’nun veliahdını öldürmesi” türünden, tarihsel açıdan hiçbir açıklayıcılığı olmayan açıklamalar, anlaşılır hale getirebilir mi bu savaşı? Kore Savaşı neden çıkmıştı?

Aslında Kore’nin tarihi, emperyalizmin müdahalelerinin ve ona direnişin tarihidir. Bir ülke düşünün ki; önce Japonya tarafından 1910 yılında kolonileştirilmiş ve yıllarca Japon endüstri devleri ve yatırımcıları tarafından kaynakları yağmalanmış, halkı iliğine kadar sömürülmüş; yetmiyormuş gibi sayısız insanının zorla gemilerle Japonya’ya gönderilip, kimilerinin buralarda gerçek anlamıyla köle yapılıp, kimilerinin de seks kölesi olarak çalıştırılmış olduğu bir ülke. Tabii Japonya’nın tek başına bu ülkeyi talan etmediğini, onlara yardım edenin bizzat ülkenin “yerli ve milli” sanayicileri ve zengin toprak sahipleri olduğunu da es geçmeyelim. Bu dönemde Japon efendileriyle uyum sağlayan da, sonrasında ABD işgal hükümetiyle işbirliği içerisine giren de, daha sonra ülkenin güneyinde kurulacak devletin kilit pozisyonlarına yerleşenler de onlardı. Evet bu coğrafya, bugün Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Güney Kore olarak ikiye ayrılmış bulunan Kore Yarımadası’dır.

Tabii Kore’nin başına gelen felaketler bunlarla sınırlı değil. 1945’te İngiltere, ABD ve SSCB tarafından üzerinde uzlaşılan Moskova Antlaşması, Kore’nin Japonya’dan kurtarılmasının ardından “birleşik, bağımsız ve demokratik” bir devlet olmasını öngörüyordu. 9 Eylül 1948’de kuruluşu resmen açıklanan Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin, bütün Kore Yarımadası’nda tanınan tek egemen devlet olması planlanıyordu. Ancak ABD, İkinci Dünya Savaşı ortamında verdiği sözlerini sonrasında tutmayacak ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni ve sosyalist bloğu taviz vermeksizin karşısına alacaktı. Ülke, ABD’nin sınır olarak belirlediği 38. paralel ile fiilen kuzey ve güney olarak ikiye bölünecekti. Yaşanan bu gerginliklerin sonucunda ise savaş kaçınılmazdı ve bu savaş tarihe Kore Savaşı olarak geçecekti. Genelde Kore Savaşı’nın başlangıcı olarak 1950 yılı gösterilir. Fakat Korelilere göre savaş 1945 yılında, Amerikalıların geldiği ve henüz kurulmuş yerel hükümeti baskı altına aldığı yıl başlamıştı. 1953’te savaşın sonuna gelindiğinde ise yaklaşık 3 milyon Koreli savaşta hayatını kaybetmiş, tek kattan yüksek tüm yapılar Amerikan bombaları tarafından yerle bir edilmişti. Hayatta kalanlar ancak mağaralarda yaşayabildiler.

FİLM, KORE SAVAŞI’NI NASIL ÇARPITIYOR?

Film konusu itibariyle ilk etapta ilgi çekici, duygu yüklü bir film gibi duruyor. Hem gerçek bir hikayeyi anlattığını söyleyen hem de Türkiye’nin Oscar adayı ilan edilen film, izleyici açısından merak uyandırıcı. Ayrıca film fragmanından, Kore Savaşı esnasında orada bulunan Türk Tugayı’nın başından geçenlere de değiniyor gibi durduğu için bir kat daha ilgi çekici oluyor.

Kafalarda “kim bilir neler yaşanmış, neler göreceğiz acaba?” sorularının oluşmaması kaçınılmaz. Fakat film başlayınca durum değişiyor ve “filmin gerçekleri” hiç de tarihsel gerçeklerle uyum taşımıyor.

Bir defa, film daha açış sahnesinde kendisini belli ediyor: Tanklı tüfekli bir grup Kuzey Koreli askerin, Ayla’nın köyünde katliam yapması ile açılan film, bize bu savaşa nasıl baktığını, ideolojik olarak nerede durduğunu da özetlemiş oluyor. Ölen masum güneyliler ve onları öldüren vahşi komünistler/kuzeyliler biçiminde resmedilen tablonun, filmin ilerleyen dakikalarında da değişmemesi meseleye ne kadar derinliksiz ve çarpıtmalarla dolu yaklaşıldığını gösteriyor. Oysa biliyoruz ki, BM öncülüğündeki ABD ve müttefikleri Kore’ye çıkartma yaparlar ve savaş sırasında ABD bölgeye, İkinci Dünya Savaşı Avrupasında tarafların birbirlerine attıkları bomba sayısından daha fazla bomba atarlar. Amerikan savaş uçaklarının Korelilerin üzerine attıkları bombalar arasında ileriki yıllarda Vietnam halkına atacaklarından kat be kat daha fazla napalm bombası da vardır. Yüz binlerce ton bombadan söz ediyoruz; korkunç sayılar.

Ülkenin kuzeyinin bütün kasabalarının bombalandığı, taş üstünde taş bırakılmadığı, ABD verilerine göre dahi nüfusunun yüzde 20’sinin yok edildiği bir tablo bu. Filmde Türkiye ise mazlum halkların yardımına koşan ülke olarak gösterilse de, gerçekler hiç de öyle değildi. Türkiye, emperyalizmin askeri kanadı olan NATO’ya dahil olabilmek amacıyla Kore’ye asker yollama kararını almıştır ve üstelik dönemin iktidar partisi olan Demokrat Parti, bu kararı TBMM’den kaçırarak almıştı.

Karar Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes ve Savunma Bakanı tarafından alınmış, üç-dört gün sonra usulen Bakanlar Kurulu’na götürülüp onaylattırılmış, Meclis’e ise hiç başvurulmamıştı. 25 Temmuz 1950’de alınan kararla Demokrat Parti iktidarı, “komünizme karşı çarpışmak üzere” Kore’ye asker yollamıştı. Bu toprakların evlatları ülkesinden çok uzaktaki emperyalist bir işgalde toprağa düştüler. Bir kabine üyesinin ifadesiyle, Türkiye “bir avuç kan” karşılığında NATO üyeliğini kazanmıştı ve 18 Şubat 1952’de resmen NATO’ya girmişti.

SÜLEYMAN DİLBİRLİĞİ VE DİĞERLERİ

İşte “gerçek hayat hikayesinden alınmıştır” denilen Süleyman Dilbirliği de bu askerlerden biriydi. Belki ölmediği için de şanslıydı. Fakat biz filmde ne Süleyman’ın ne de silah arkadaşlarının bu kan gölündeki “gerçek” hikayelerine tanıklık ediyoruz.

Savaşın sebebiyet verdiği yıkım ve acı, askerlerde herhangi bir sorgulamaya yol açmamış olacak ki, ne kendi aralarında savaşa dair ettikleri sohbetlere ne de bulundukları coğrafyanın kendilerine ne hissettirdiklerine rastlıyoruz. Ortada askerlerin içsel çatışma yaşadıklarına dair bir gösterge de yok. Sadece komünist olduğunu söyleyen üsteğmen Mesut’la nişancı Ali’nin aralarında yaşanan kısa bir gerilim var. Bu gerilim de herhalde üsteğmen Mesut’un ne kadar yanlış düşündüğünü göstermek adına kurgulanmış. Hiç kimsenin “bizim ne işimiz var burada” demediği koca bir tugay.

“Ne olacak sonumuz, nereye kadar gider bu savaş?” sorularının telaffuz edilmediği bir ortamda, Ayla’nın savaşın ortamına zıt masumluğundan başka ne var peki filmde? Şu var: Karizmatik ABD’li komutanların savaş taktiklerini anlattığı, Türklerin de onları dinlediği, yine Türklerin ABD’li bir komutanın BM kuvvetlerinin başında olan kasap General McArthur’dan yaptığı bir alıntı ile ne kadar cesur olduklarının altının çizildiği, Güney Koreli askerlerin de Türkleri “savaşta yetim kalmış çocuklara bizden daha iyi sahip çıkıyorlar” diye övdükleri sahneler var. Ne var, olmazsa olmaz aksiyon dolu çatışma sahneleri (Nişancı Ali’nin kafasında kaskla mermiye “kafa attığı” bir sahne de buna dahil), “hep ağlayacak mıyız biraz da gülelim”ci “komik” sahneler, duygu sömürüsüne dayanıp insanı ağlamaya endeksleyen dramatik anlar, bunların haricinde bolca ayrılıkların, hasretlerin, “hüzünbaz” duyguların işlendiği sekanslar var. İzleyiciye nefes dahi aldırmayacak şekilde örülmüş, düşünmeyi, soru sormayı engelleyecek bir müzik baskısı da cabası…

Yani filmde melodrama kaçan çokça öğe var. Ayrıca filme yedirilmeye çalışılan ama eğreti duran Türk Hava Yolları, Hyundai, Ziraat Bankası gibi markaların reklamları ve başkent Seul’un tanıtım filminden alınmış hissi veren çekimler de cabası. Tamam, zaten filmin yönetmeni reklam yönetmeniymiş anladık da, bir sinema filmi, reklam filmi değildir. Reklamda yalan söylemek asıl iştir; sinema ise doğruları söyleyerek bir sanat haline gelmiştir.

Peki, tüm bunlar bir kenarda dursun. Filmin bütününe dönecek olursak ve şöyle bir akıl yürütme yaptığımızı var sayarsak: “Film zaten Kore Savaşı’nda yaşananları odağına almıyor ki, filmin konusu da astsubay Süleyman ile Ayla’nın hikâyesi, bizi savaş hakkında çok da bilgilendirmek zorunda değil ki” diye düşünebilir miyiz acaba? Tabii ki buna yanıtımız olumsuz olacaktır. Savaş filmde arka planda akıyor gibi gözükse de, aslında Kore Savaşı’na dair anlattığı ve aynı zamanda anlatmadığı birçok şey ile de, film bize bu konuda pek çok şey söylemiş oluyor. Dolayısıyla bu durumu göz ardı edemeyiz. Filmin odağı, işlediği mesele astsubay Süleyman ve Ayla arasında oluşan sevgi, sahiplenme ve bağlılık duygusu olabilir. Film, bu iki insanın aralarındaki güçlü bağı ve uzun yıllar sonra nihayet buluşmalarını konu edinebilir fakat bunu tarihsel gerçekleri çarpıtarak yapamaz. Bu namuslu bir davranış değildir.

Sayısız savaş suçunun işlendiği ve bunların şu anda Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti sınırlarında kalan Sinchon kentinde “Amerikan Savaş Suçları Müzesi”nde belgelenerek bu katliamların kayıt altına alındığını bildiğimiz, savaş boyunca kuzeydeki her kasabanın yakılıp yıkıldığı, sefaletin, açlığın, acının hüküm sürerek bir coğrafyayı inim inim inlettiği bir tablo ortadayken ve üstüne üstlük ezici çoğunluğu kuzeyde olmak üzere üç milyondan fazla sivilin katledildiği tahmin edilen tarihsel bir olay hakkında kimsenin manipülasyon yapmaya hakkı yoktur. Hem savaşta milyonlarca insanını kaybeden Korelilere hem de bu savaşta ne yazık ki ABD çıkarları doğrultusunda yaşamını yitiren insanlarımıza haksızlıktır bu.

Hele filmin finalindeki cümlede dile getirildiği üzere, “Zamanında Koreli çocuklara sahip çıkmıştık, şimdi de Suriyeli çocuklara sahip çıkıyoruz” mantığı, el çabukluğuyla marifetini örtme gayretini ortaya koyuyor. Her film için geçerlidir ama özellikle de bir savaş filmi, tarihsel olguları belirli bir ideolojik-politik doğrultunun kılıfı haline getiremez! Hele de, egemenlik hakkı filan tanımadan, dünyanın dört bir yanına müdahale eden emperyalizmin halen milyonlarca insanın kanını dökmekte olduğu bir çağda!

Film, tercih ettiği bu yol ile manipüle edilmiş duygusallığı aklın önüne geçirerek, savaşta yaşamını yitirenlere haksızlık ettiği kadar, izleyicisinin Kore Savaşı’na dair tarihsel gerçeklerle buluşmasına engel oluşuyla da, Türkiye Sinema Tarihi’nin “yalan söyleyen filmler” kervanındaki yerini alıyor.

SONUÇ YERİNE: BİR KEZ DAHA NÂZIM HİKMET

Yazıyı Nâzım’ın bu konuda yazdığı aşağıdaki olağanüstü şiiri ile bitirmemek olmaz.

Konuyla alakalı Nâzım’ın yazdığı 23 Sentlik Asker (1953) ve Kore’de ölen bir Yedek Subayımızın Menderes’e Söyledikleri/Diyet (1959) şiirlerinin de okunmasını salık veririz.

Şiirler gerçekten çok çarpıcı; her bir şiir, tarihsel olgulara ilişkin, bir sanat eserinin ne kadar ufuk açıcı olabileceğine dair büyük birer örnek.

Sözü, Nâzım’ın hâlen geçerliliğini koruyan, yurtseverliğe gerçek anlamını veren ve Kore Savaşı odaklı bir başka şiirine bırakalım:

Mektup

Veli oğlu Ahmet

General Klark’ın piyade eri

Kore

 

Bugün Çarşamba, Kasımın biri.

Bu gün beş bin yıllık Çin bastı dört yaşına.

Pekinde geçilmiyor türkü sesinden.

Yollara döküldü millet

yediden yetmişine,

hepsi de mavi işbaşı elbiseli.

Pekinde fağfur kulelerde güneş

kırmızı sütunlarında ak güvercinler.

 

Li-Çan-Çen’le konuştum, Ahmet,

Hunan köylülerinden.

Uzun aksakallı tel tel,

alnı Çin yazısı gibi kırışık.

Dedi ki bana:

toprağım yoktu,

var.

öküzüm yoktu,

var.

insandan sayılmazdım,

insanım artık.

Daha da güzel günler göreceğiz, diyorlar,

yalan değil,

göreceğiz.

 

İşte ben

Li-Çan-Çen

yoklar geri dönmesin

varlar yok olmasın

daha da güzel günler görelim diye

oğlumun birini okula yolladım

öbürünü Kore’ye…

Li-Çan-Çenin oğlu bu yüzden orda,

ya sen?

 

Pekin günlük güneşlik,

Korede yağmur mu yağıyor Ahmet?

Yüzükoyun sürünüyor musun çamurda

peşince namlunun?

Elâ gözlerin dumanlı,

kabarmış damarları alnının

kimi öldürmeğe gidiyorsun?

Yedi deniz ardında kaldı Anadol

hane halkıyla beraber.

Onlar bu yıl vermedi vergiyi.

öldü sarı öküz,

dayı oğluna göründü gurbet

kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet?

Yedi deniz ardında kaldı Anadol

köy halkıyla beraber.

Onlar bu yıl toprak istedi Ali bey çiftliğinden.

Dövüşüldü candarmalarla.

Dursun vuruldu,

yaralandı koca anan,

hapise düştü millet.

 

Kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet?

Şu ellerine bak,

sapanın sapından koparılan ellerine.

Akşamları sofrada, çıra ışığında

bazlamayı bölen onlardı.

Sarı öküzün ve Ayşe kızın yüzünü

onlar aynı şefkatle okşardı,

ve ağanın karşısında çaresizlikten, öfkeden,

enseni kaşırlardı.

Köy kıyısından geçen yolculara

kaç kere yol gösterip su verdiler

ve en kederli,

en yorgun

en tembel günlerinde senin

senden ayrı yaşayıp düşünmekte devam ederdiler.

Onlar,

ellerin

şimdi kan içinde bileklerine kadar,

kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet?

Başka bir orduyu da gördü bu memleket.

Büyük Kuzeydendiler.

Japon zulmünü yendiler.

Diktiler yemiş fideleri gibi bu toprağa

bahtiyarlığın imkanlarını,

hem de karşılığında hiçbir şey beklemeden.

Sonra dönerken evlerine

şu sözlerle uğurlandılar:

“- Bağışlayın bizi kardeşler

dilediğimiz kadar

kılamıyorsak âşikâr

minnetimizi sözlerimizde.

Yaşayacak hâtıranız, kardeşler,

fabrikalarımızın tüten bacalarında,

sırmalı dağlarında ekinimizin

ve içi gülen gözlerimizde.

Hani bahar sabahları vardır, Ahmet,

çıkarsın evden

karşında bir müjde gibidir dünya.

İşte böyle bir dünyaydı artık Kuzey Koreli için

her sabah

her akşam

her gece memleket.

Söz hürriyetindi.

Toprağı bölüşmüştüler.

Demiryolları

altın,

gümüş,

kömür,

ovada yağmur,

dağda rüzgâr,

deniz

bulut,

güneş,

çocuk bahçeleri, hastaneler, okullar

ve fabrikalar milletindi.

Bahtiyardılar.

Kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet?

Bu toprakta gerçekleşen kendi hasretini mi?

Korede yağmur mu yağıyor?

Evini yaktığınız çocuk

anasının ölüsüne kapanarak

haykırıyor mu altında yağmurun?

Yoksa onu görmüyor musun bile?

Yoksa artık kanıksadın mı?

Yoksa, Amerikan askeri Sin-Şana girdiğinde

sen de beraber miydin?

Gördün mü insanların çırılçıplak soyulup

benzinle yakıldığını?

Sen de Japon palasıyla kelle kestin mi?

Belki de Sarıvandaydın?

Ağaçlara saçlarından asılan insanlara

nişan aldın mı sen de?

Gebe kadınların ırzına geçip

sonra dövdün mü öldürene kadar?

Biliyorum,

San-Sen Ri’de gözlerini oydukları çocuğun

fotoğrafını çektiler

hâtıra diye.

Bu hâtıranın sende de bir kopyası var mı?

Biliyorum.

Vu-Mal-Şoyu alnından mıhladılar duvara,

bir kâatla beraber.

İşçiydi, on bir çocuk babasıydı.

Ve geniş alnıyla birlikte mıhlanan kaat

emek kahramanlığı diplomasıydı.

Bilmiyen var mı?

Yaktınız ekinleri,

şehirleri uçurdunuz.

 

Ve onların en ucuz ölüm aleti sendin, Ahmet,

vebalı farelerinden de ucuz.

Kore’de yağmur mu yağıyor?

Dinecek.

Ya defolup gideceksiniz,

ya denize dökecekler sizi.

Ne halt edeyim? deme Ahmet,

teslim ol.

Hâneni,

köyünü,

memleketini seviyorsan şu kadarcık,

teslim ol.

Hâneni,

köyünü

memleketini,

seni celebe satanlara

söylenecek bir çift sözün varsa Ahmet,

teslim ol.

Yitirmedinse insanlığını

çoluk çocuk naşıyla dolu bir çukurda,

teslim ol.

Biz Türkler yiğitizdir.

Yiğitliğin zerresi kaldıysa sende,

teslim ol.

Teslim ol ananın başı için,

teslim ol Türk halkı adına,

Ahmet, kardeşim,

kardeşlerine teslim ol.

                                      NÂZIM HİKMET  (1952)

 

emek.org.tr

İlgini çekebilecek diğer içerikler