İLAÇ TEKELLERİ: öde ya da öl

İlaç tekelleri, kapitalist çalışma tarzları ve ona hakim olan vahşi kar hırsı nedeniyle, insan sağlığını tamamen ticaret malzemesi haline getirdi. İnsan sağlığını çürüten bu olguyu başımıza saran bizzat emperyalist-kapitalist üretim ilişkileridir. Ona göre, insan ve sağlığı da dahil her şey metadır. Sağlık ticareti gibi insanlık dışı durumu üreten ve ısrarla da bunu sürdürme dürtüsü karşısında, insani […]

İlaç tekelleri, kapitalist çalışma tarzları ve ona hakim olan vahşi kar hırsı nedeniyle, insan sağlığını tamamen ticaret malzemesi haline getirdi. İnsan sağlığını çürüten bu olguyu başımıza saran bizzat emperyalist-kapitalist üretim ilişkileridir. Ona göre, insan ve sağlığı da dahil her şey metadır. Sağlık ticareti gibi insanlık dışı durumu üreten ve ısrarla da bunu sürdürme dürtüsü karşısında, insani nedenle ve elbette ısrarla “herkese ücretsiz sağlık” talebini ileri sürmek tarihsel bir yönelmenin ve çatışmanın da kendisini işaret ediyor. Onların “öde ya da öl” sözüne ve ona uygun davranışlarına karşılık, artık eylem ve söz olarak “yok ol” demenin zamanı değil mi? Tekellerin ekonomik zor ve sömürü dayatmasına karşı, tarihsel sınıf mücadelesinin bir parçası olarak bu kavga çok yönlü verilmeli diye düşünüyoruz.

E. Dayanışma Şubat 2017- 7. Sayısında yayınlanan aşağıdaki yazıyı, aydınlatıcı oluşu nedeniyle okuyucularımızla paylaşıyoruz.

***   ***   ***

Önce bir belgesel film: SİCKO – HASTA

ABD’li muhalif yönetmen Michael Moore’un 2007 yılında yaptığı SİCKO – HASTA adlı belgesel filmde, Amerikan sağlık sisteminin insanlık dışı uygulamalarına tanık oluruz.

Filmin en çarpıcı bölümü, 11 Eylül saldırıları sırasında ve sonrasında İkiz Kuleler’in enkazında çalışan itfaiye ve gönüllü arama kurtarma işçilerinin, sağlıklarını,  o tozun dumanın içinde yitirdiklerinin anlatılmasıyla başlıyor. Özellikle solunum sistemi hastalıklarına sahip olan bu insanlar, Amerikan sistemi tarafından o günlerde kahraman ilan edilmiş ama iş sağlıklarını kazanmaları için tedavi edilmelerine gelince kimsenin yüzlerine bakmadığı, geniş bir mağdur insan topluluğuna dönüşmüşlerdir.

İşte Michael Moore, Amerikan sistemi tarafından medyatik bir şekilde kullanılıp, bir kenara atılmış bir grup insanı alıp, tekne ile Küba’ya taşıyor filmde. Amerikan toplumunun şeytan olarak gördüğü Castro’nun Kübasına…

Adaya çıkan hasta grubu ilk iş olarak eczaneye gider ve bir hastanın ABD’de yüzlerce dolar ödeyerek aldığı bir ilacı sorarlar. Eczacı ilacı verir ve dolar olarak karşılığının 5 cent olduğunu duyan hasta gözyaşlarına boğulur.

Hasta grubu daha sonra hastaneye giderler ve kendilerine hasta kabul bölümünde sadece iki şey sorulur: Adları ve doğum tarihleri… Tedavilerine başlanılan hasta grubu gördükleri ilgiden, aldıkları sağlık hizmetinden şaşkına dönerler.

İlaç tekelleri ve sağlık

Emperyalist- kapitalist sistemin,  temelini tekellerin egemenliği ve kar hırsına dayandırdığı için gün geçtikçe daha insanlık dışı bir sisteme dönüştüğünü, insanlığı ve yaşadığı gezegeni yok oluşa sürüklediğini bir de sağlık başlığı altında irdeleyelim istedik.

Dünyada üretim ilişkilerinin gelişkinlik düzeyi ile kapitalizm çağına girildiğinde, bilimsel buluşlar eliyle aydınlanan insanlık, en çok çaresiz hastalıkların, salgınların kökünü kazıması ile övünürdü. Yaklaşık 200 yıllık bir zaman diliminde hastalıkların kökünü kazıyan, tıp alanında geçmiş dönemler ile kıyaslandığında devrim niteliğinde gelişmeler kaydedip tedaviler bulan insanlık, bugün kendisine düşman olan kapitalist sistemin yarattığı hastalıklarla baş edemez ya da daha doğru bir ifade ile hastalıklarla baş ederken ilaç tekelleri tarafından soyulan kitlelere dönüşmüş durumdadır.

Tarih boyunca kolera, veba, çiçek, kızamık vb. salgın hastalıklarla milyonlarca insanı yok eden mikropları öldürmek bugün o kadar da kolay(!) değil. Tedavi için önce karlılığı araştırması gerekiyor ilaç tekellerinin. Çok yaygın bir hastalık değilse eğer, alıcısı az olacağı için ilacı geliştirmek ve üretmekte işlerine gelmiyor. ‘Milyonda bir insanda görülen’ diye başlayan gazete haberlerine konu olan hastalıkların tedavisini araştırmak,  kapitalizmin yasalarına göre fayda getirmediği için ilaç tekellerinin araştırma-geliştirme bütçelerinden elbette ki payını alamıyor.

Dünyada enerji ve silah sektöründen sonra en güçlü sektör olan ilaç sanayi, şirket birleşmeleri, yutmaları yoluyla sermayenin ve dolayısıyla gücün tekelleşmesinin en belirgin örneklerini veriyor bize. Günümüzde yeni sömürge ülkelerde ulusal düzeyde üretim yapan son ilaç şirketlerini de satın alarak kendi şubeleri haline getiren çokuluslu tekeller, bilimin belirleyiciğini de kendi kar zarar bilançoları içinde çoktan un ufak etmiş durumda. İlacı reçete eden doktoru, satan eczacıyı, ilaç tanıtımı, “bilimsel sempozyum” adı altında satın alıp kendisine bağlayan tekeller, herhangi bir ilacın kullanımının gerekli olup olmadığına ilişkin bilimsel kıstasları bile hiçe saymaktadırlar.

İnsan hayatını kurtarmak ya da acılarını dindirmek, tedavi etmek için üretim yapan (hayvan ve tarım ilaçlarını da ekleyelim) bir sektörün karlılık oranlarına bakarsak ne kadar acımasız bir sektörle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlayabiliriz. 2013 yılında dünyanın ciroları bakımından en büyük beş ilaç tekelinin kar oranları %20’nin üzerinde seyrediyordu. Dünya ilaç pazarının 1 trilyon dolar civarındaki büyüklüğünü düşünürsek hem oransal hem de niceliksel olarak tekellerin insan ve doğa üzerinden yaptıkları vurgunun büyüklüğünü anlamamız kolaylaşır.

Reklam getirisi için yapılan göstermelik sosyal projelerini bir tarafa bırakırsak, ilaç tekellerinin, kar marjlarını düşürmeleri için yapılan kampanyalara, hukuki mücadelelere karşı cevapları tahmin edebileceğimiz gibi hep reddetmek olmuştur. İlaçların hammaddeleri ile birlikte çok düşük maliyetlerle üretildikleri bir sır değil. Ancak ilaç tekelleri hep araştırma-geliştirme maliyetlerinin yüksek olduğunu dile getirirler. Oysa ilaç tekellerinin en büyük gider kalemi, pazarlamaya ayırdıkları bütçelerdir.

Hastayı muayene edip ilacı yazan doktoru, tanıtımcı personelleri ile kuşatıp ilaçlarını yazmaları karşılığında seyahatlere gönderen, “bilimsel sempozyum” adı altında tatillere götüren, hediye çekleri dağıtan ilaç tekelleri, yazılan ilacı veren eczacılara da aynı mantıkla kendi ilaçlarının satışını yapmaları için para dağıtırlar. (örneğin; Aralık ayında Evrensel gazetesinde çıkan bir haberde 54 Alman ilaç şirketinin bir yılda sağlık elemanı, doktor ve eczacılara mesleki gelişim, hizmet ve yol parası olarak 119 milyon Euro ödediklerini yazıyordu.) Sonra da her geliştirdikleri ilacın 20 yıl süre ile patentini alıp, saçtıkları her kuruş parayı misli ile tüketici dedikleri ama bedensel ya da ruhsal sağlamlığını/sağlığını yitirmiş insan dediğimiz hastalara ödetirler.

Katı kurallarla belirlenmiş uluslararası patent ve tahkim anlaşmaları ile sadece 20 yılları olduğu için o 20 yılda vurabilecekleri en büyük vurgunu vurmaya uğraşan ilaç tekelleri, bu süreyi uzatmak için türlü patent oyunlarına başvururlar. Patent süresi dolduktan sonra diğer üreticiler tarafından da üretimi serbest bırakılan ve “jenerik ilaç” adı verilen, aynı bileşimden oluşan ilaçlar 20 yıl boyunca markasını fahiş fiyatlarla satmış olan ilaç tekellerinin karlarını ciddi ölçüde düşürür.

Bir ilaç tekelinin kanser tedavisinde kullanılan tek/bir ilaçtan yılda 3 milyar dolar kar ettiğini ve bu karı yarı yarıya düşürse ucuzlayan ilaç fiyatıyla daha binlerce hastanın tedavi edilebileceğini düşünmek bile, neden bu sistemi insanlık dışı olarak nitelememiz gerektiğini açıklayabilir. Reçetesiz ilaç gruplarının sayısını arttırıp doktoru ve eczaneyi de aradan çıkartarak, marketlerde ürünlerini tüketiciyle buluşturmanın günlerini iple çeken dev tekellerden bahsediyoruz. İnsanların hangi ilaca ihtiyacı olduğunu izledikleri reklamlardan öğrenip hiç aracısız doğrudan tüketime geçtikleri günlerde yaşıyoruz.

Ilk antibiyotik olan Penisilini bulan Fleming, bu buluşunun bugün ilaç tekellerinin elinde yanlış, aşırı, gereksiz kullanım nedeni ile etkisizleşip yetersizleştiğini öğrense; mezarında kemikleri sızlar mıydı bilemeyiz ama bilimin, sağlığın, insan hayatının  parayla ilişkilendiği, uluslararası tekeller ve onların zor aygıtları devletler eli ile kendi varoluş etiğinden saptırıldıkları bir gerçek.

Yazımızın başında Küba’da bıraktığımız ABD’li hasta grubuyla bitirelim yazımızı. Tedavileri yapılan, ilaçları ve tedavi programları belirlenen grup Küba’dan ayrılmadan önce Havana itfaiyesini ziyarete giderler. Kübalı itfaiyeciler çoğu meslektaşlarından oluşan grubu son derece samimi ve yaşadıkları acıları paylaşarak karşılarlar. Sağlıklarını aramaya geldikleri ve iki dünyayı karşılaştırdıkları bu gezinin sonunda geldikleri Havana itfaiye binasının üstünde kocaman harflerle boyanmış bir slogan vardır. İster ana fikir, ister son söz, isterse başlangıç diyelim ama iyi anlayalım bu sloganı:

PATRIA ES HUMANIDAD-VATAN İNSANLIKTIR…

İlgini çekebilecek diğer içerikler