Alınmayan önlemler nedeniyle yaşanan işçilerin ölüm haberleri önümüzde bugünlerde yine sıklıkla geliyor. Burada işçinin, işverenin, hükümetin payına ne düşüyor?
İş cinayetlerine dair yapılacak değerlendirmede yaklaşık 5 yıldır sürdürdüğümüz çalışmaların bize gösterdiği şu: İlerleme yok. Son 1 ayda Adana, Aşkale, Tuzla, Eskişehir, Esenyurt ve basına yansımayanlar. Üzgünüm ki önümüzdeki dönem, bu artarak devam edecek. Artarak devam etmesinin en temel sebebi ‘denetimsizlik- iş/işçi güvenliğinin işveren tarafından önemsenmemesi ve işçilerin sendikal örgütlenmelerinin olmaması’ şeklinde özetleyebiliriz.
Sendikal örgütlenmenin olması ya da olmaması neyi sağlıyor?
Mevcut sendikaların sendikal pratikleri işçiyi sendikalı olmaya cezbetmiyor. Dolayısıyla da başında, köklü mevcut sendikal örgütlenmelerin ‘ vahşi koşullarda ve güvencesiz çalışanlara’ ve iş cinayetlerine duyarsızlığını tespit ederek başlayalım. Yine devamla en kötü sendikal örgütlülük bile toplu iş sözleşmesi koşullarında aynı zamanda oradaki çalışma koşullarıyla ilgili de çeşitli prensipler içerir. Dolayısıyla daha çok sendikal örgütlenme ve toplu sözleşme süreçlerinin olmadığı iş yerlerinde iş cinayetleri daha çok meydana geliyor. Mesela Tuzla’da Limter İş’in yetkisi yoktur, bir sendika olarak vardır ve oradaki tersane işçilerinin arasında da bir etki alanı vardır. Ancak orada iş yeri düzeyinde örgütlü bir sendika oluşmadığı için yani işverenle sendikanın karşılıklı oturup oradaki çalışma koşullarını birlikte belirlediği ve denetlediği bir süreç yok. Dolayısıyla işçi cinayetlerinin bu kadar artmasındaki bir sebep işçilerin örgütsüzlüğü!
Bir diğer sebep örgütsüz olan işçilerle işverenin kurduğu ilişki; işçiyi iliğine kadar sömürmek. Bu sömürüyü ise pervasızca icra etmesi. Şöyle ki; çalışma süresini ihlal ederek, işçinin vasıfları vb. hususlara dikkat etmemesi, çalışma ortamın güvenli hale getirilmesi için gerekli yatırımları yapmaması gibi ‘işçinin emek gücünün sömürüsü’ dışında da kendi karı için yapmadıkları. Denetim ve kontrol eden bir mekanizma da yoksa bütün bunlardan işveren kolayca vazgeçebiliyor. Yaklaşık 8 senedir Meclis gündeminde bekleyen İş Güvenliği Kanunu Tasarısı var. Bu kadar iş cinayetlerine rağmen geçmiyor.
Lakin bu noktada, iş cinayetlerinin nedeni yasal mevzuatın yetersizliğinden kaynaklandığı sonucu çıkmamalı. Sorun, uygulama pratiklerinde. Dolayısıyla da bunu uygulayacak olan kim? Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı. Bakanlık müfettişleri, sosyal ve teknik denetimi etkin bir şekilde yapmamakta. Yapsa o işvereni bir düzeyde sınırlar. Dolayısıyla işverenin suçuyla bu vazifesini yerine getirmeyen idarenin suçu bence eşdeğerdir. Zaten bütün bu sürecin gösterdiği de budur. Burada işçinin örgütsüzlüğü meselesi, sendikal hareketin içinde bulunduğu durumla ilgili değerlendirilebilir. Ama bu da iki türlüdür. Yani mevcut sendikal örgütlenmeler daha büyük ve belli bir formasyona ulaşmış iş yerlerinde örgütlenmeyi ve statükoyu devam ettirmeyi tercih ediyor. Dolayısıyla da bu tür güvencesizliğin bir boyutu olduğu ve kar hırsıyla insan hayatının bu kadar hiçe sayıldığı yerlerde, taşeronlaşma ve başka başka uygulamaları ve bu uygulama alanlarını kendine bir dava alanı olarak ilan etmiyor, böyle görmüyor. Böyle görmeyince o alanı örgütlemeye dönük bir faaliyeti de etkin olarak yapmıyor. Olanaklarını bu doğrultuda organize etmiyor.
Tuzla’da bugüne dek 149 işçi ölümü olduğu söyleniyor ve bugüne kadar bir şey yapılmış değil. Sendikalar bir şey yapmıyor, işçiler örgütsüz, ölümler devam ediyor. Peki bu konuda Bakanlık gibi, işveren gibi muhatapları kimler zorlayacak?
O yüzden öncelikle, birincisi bu iş cinayetlerinden Çalışma Bakanlığı ve işverenler birinci dereceden sorumludur. İkincisi bugün işçilerin bu kadar sağlıksız ve güvenliksiz çalışma koşullarında istihdam edilmesinin ve çalıştırılıyor olmasının kendisine ana eksen olarak faaliyet alanı haline getirmemiş sendikal hareket sorumludur. Devamında ise kendisini emekçilere dönük siyaset yaptığını ifade eden bütün siyasal özneler sorumludur. Ve en son örgütlü davranmayan işçi kardeşimiz. Çünkü işçinin tehlikeli işlerde çalışma nedeni belli. Başka bir yerde asgari ücrette çalışıncaya kadar daha riskli bir işte çalışarak ancak asgari ücretin üstünde ücret alabiliyor. Aynısı inşaatlar için de geçerli. Ostim’de, Davutpaşa’da, BEDAŞ’ta bütün bu davalarda ailelerin mücadelesi olmasaydı ortada ciddiye alınabilir bir ceza davası olmayacaktı.
Üstü kapatılabilir miydi yani bu davaların?
Üstü kapatılır demeyelim de, sürüncemede kalırdı. Mesela Davutpaşa’da dava, 2 buçuk yıl sonra açılabildi. Ailelerin ve avukatlarının ısrarlı takibi sayesinde oldu. Cumhurbaşkanı’na da, HSYK’ya da, Başbakanlığa da, Adalet Bakanlığı’na da gittiler. Yetmedi, Taksim’de 35 hafta boyunca her Cumartesi Taksim Tramvay Durağı’ndaki davanın açılmasına dönük etkinlikler düzenlediler. Her yıl dönümünde patlama yerinde bütün ailelerle oldular. Nitekim Ostim’li ailelerin bir araya gelmesine vesile olan Davutpaşa’lı ailelerdir. BEDAŞ’taki elektrik cinayetindeki ailenin adalet mücadelesi sürdürmesine sebep olan yine bu ailelerin mücadeleleridir. Çünkü onlar, ‘bir daha Davutpaşalar olmasın’ diye çaba gösterdiler. Dolayısıyla burada şunu görmek lazım ki, bugün ülkede güçlü bir işçi hareketi olması temennisinde olan herkes için geçerli olmak üzere, işçi cinayetlerinin durdurulmasının, sayısının azaltılmasının, riskin azaltılmasının yani çalışma koşullarının daha güvenli hale getirilmesinin yolu örgütlülükten geçmekte, bu örgütlülüğü güçlendirecek olan yegane unsur ise ondaki yalnızlık duygusunu, o biçarelik duygusunu yenmesine yardımcı olacak olanlar yani; emekçi dostu örgütlenmeler, emekçi örgütlülükleri ve en baştada sendikal örgütlenmelere düşen vazifedir. Bu olabildiği oranda işverenin de Çalışma Bakanlığı’nın da tutumu değişmektedir. Bunun tipik örneği, Ostim’deki ve Davutpaşa’daki patlamalardan sonra, Ostim’de Organize Sanayi Bölgesi Yönetim Kurulu basına ‘sıkıyönetim ilan ediyoruz’ diye, 1 yıl sonra açıklamada bulundu. Patlamadan sonra Davutpaşa’nın Ruhsat ve Denetim Müdürlüğü ve İmar ve Şehircilik Müdürlüğü’nün kendi vazife çizelgesi geldi mahkemeye. Çizelgeye baktığınızda patlamadan önceki seneye ve sonrasında Ruhsat Denetim ve Kontrol sayısında yüzde 400’lük artış olduğunu görürsünüz. Hükümet olarak, yetkili kurumlar olarak, işçi güvenliğini önemsediğinizi nasıl gösterirsiniz? Denetimlerle. Ama siz bu denetimleri bile yapmıyorsunuz. İş Müfettişleri Derneği açıklama yaptı, Ostim’de de Davutpaşa’da da, Esenyurt’ta da: Mevcut müfettiş sayısıyla bu denetimler yapılamaz.
Artırısınlar o zaman müfettiş sayısını!
İş cinayetlerinin önlenebilir hale gelmesi için hükümetin üstüne düşen denetim ve sendikal örgütlenmenin üstündeki baskıların kaldırılması. Sen bu denetim görevini yerine getirebildiğin ölçüde işverenin üstünde caydırıcılığın oluyor. Kamu adına o yetkiyi sen kullanıyorsun. Çalışma hayatında bu kadar informalleşmenin, güvencesizleştirmenin, taşeronlaştırmanın olduğu yerde bu denetim sürecinin işlemesi önem taşır hale geliyor. Dolayısıyla yıllardır oluşmuş ve AKP hükümetiyle tam gaz devam eden bir sürecin denetlenmediği bir yerde iş cinayetlerinin sayısının artmasında da bir tuhaflık yok.
Adana’daki hidroelektrik santrali düşünün. Bütün hidroelektrik santrallerde benzer sorunlar çıkacak. Çünkü su yapılarının denetlenmediği koşullarda HES’ler yapılıyor. Güya HES’ler stratejik yapı statüsündedir. Denetlemediğin vakit bu sefer HES’lerde iş cinayetleri gündeme gelecek. Dolayısıyla bugün yaşama ve çalışma alanlarında genel bir güvencesizlik söz konusu. (Yani kentte güvencesizliğin adı kentsel dönüşüm. İş alanında güvencesizliğin adı işten atılma ve iş cinayeti, kırsalda ise HES-RES-NES ya da taş ocakları. ) Hükümet olarak sen, bütün buralarda denetimini gözden çıkarırsan zaten kaza kaçınılmaz olur, onun adı da kaza olmaz. Biz bu yüzden Davutpaşa’da özellikle “iş kazası” değil, “iş cinayeti” diye vurguladık. Bütün bunlara karşı verilen adalet mücadelelerinde bir sonuç alındı mı? Evet alındı. Bu yüzden bundan sonra “nasıl olur, süreç nasıl işler, hükümet yargıyı ele geçirir mi?” vb bunlara takılmamak lazım. Eğer ortada bir adalet sorunu varsa; adalet peşinde olanlarla, ailelerle birlikte iş cinayetlerine karşı mücadele verenlere düşen görev, bunları sınırlamak, en aza indirmek olmalıdır. Sendikal hareketin ve emekçi dostu siyasal organizasyonların vebali orada başlıyor. Ama bu sürekli takip ister. Yani iş cinayeti yaşanınca git, bir basın açıklaması yap dön şeklinde olmaz. Sonrası ne oldu, diye merak etmek ve peşini bırakmamak gerekir. Yani o aileye cesaret vermek, oradaki işçiye destek sunmak gerekir. İşçi sendikalı olur olmaz, siyasal görüşüne, cinsiyetine, etnik ve mezhebi aidiyetine bakmadan dayanışma içinde olmalıyız. Onun ekmeği için çalışan işçi olması yeterlidir.!
Bugün iş cinayetleriyle ilgili sendikal hareketin izlediği yol, temel, ahlaki açıdan problemli bir yoldur. İş cinayetlerine eğilmeyen sendikal hareket de, muhalif politik örgütlenmeler de, insanlık için faydasızdır. Dolayısıyla her iş cinayeti sonrası, duruşmasıyla- yıldönümüyle- hukuksal desteğiye-ailelere yalnız olmadıklarını hissettiren moral davranışlarıyla ‘işçi kardeşlerimizin yüreğine keder kadar bahar da’ taşıyabilmeliyiz. İş cinayetleriyle biz uğraşıyor olmamalıydık. İş cinayetleriyle sendikalar uğraşıyor olmalıydı. Bizlerse sendikaların aileleri sahiplenmesinin yanında olan olmalıydık.
Peki bu süreçte size başvuran ailelerle birlikte hukuki süreci işletirken sendikalarında sizinle görüş alışverişi oluyor mu? Yani siz böyle bir çaba görüyor musunuz?
Geçen sene Gaziosmanpaşa’da BEDAŞ’taki taşeron bir firmada çalışan işçi kardeşimiz arıza giderme sırasında hayatını kaybetti. Bu açıdan bir tek Enerji-Sen’i tenzih ederim. Bunun dışında diğer sendikalarda olmadı. Şunu da söylemeden geçmemek lazım. Kamu emekçileriyle işçilerin birleşik hareket problemini tartışanların; iş cinayetlerinin öncelikle ve ne kadar gündemlerinde yer tuttuğunu düşünmelerinde fayda var. Mesela 657 sayılı devlet memurları kanunlarına mı tabisin yoksa iş kanunlarına mı tabisin meselesinden geçmez. Bir ruhsallık meselesidir. Bir işçinin başına gelebilecek en büyük facia nedir? İşten atılmak, iş yerinde alacağının olması ve iş yerinin batması ya da sakat kalmaktır. Ama en kötüsü işçinin hayatını kaybetmesidir. Biz en son saydığımı ilk önce yaşıyoruz, en travmatik olandan başlıyoruz. Yani sen en travmatik olanda bunu yapmıyorsan, şuna tamam diyorsun demektir: Evet işçi ölür, işverenden tazminatı alınır, aileye bir de maaş bağlanır zaten o da onun yasal hakkıdır. Hayat da böyle devam eder.
Takip ettiğiniz davalarda sözüne ettiğiniz bu konu üzerinden bir yaptırım oluyor mu?
Oluyor. Mesela Ostim’de birinci Müfettiş raporu vardı; işverenler şüpheli görüldü. İkinci patlamanın bilirkişi raporu geldi; işverenler bırakıldı gaz şirketi işvereni ve çalışanları tutuklandı. Ancak bundan ibaret değil; Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı, Belediyeler vs. Bunların hepsinin denetim sorumluluğu var ve bunların tespit edilmesi lazımdır diyoruz. Bu hafta aynı günde, 13 Nisan’da Ankara’da Ostim’in, İstanbul’da da Davutpaşa’nın duruşması var. Davutpaşa, ailelerin adalet mücadelesini anlatan bir belgesel. Yılmaz Güney film festivalinde belgesel ödülüne layık görüldü. Bütün bunlar güçlendiren, görünürlüğünü artıran çabalardır. Dolayısıyla aynısını kadın cinayetleri konusundaki mücadele için düşünün. Biri takip ediyordur, öteki görüyordur, moral oluyordur. Niye? Çünkü o acıdan daha ötesi yok onun için. Ve her sahiplenme pratiği ve görünürlük acısını azcıkta olsa hafifletiyordur.
Esenyurt’ta meydana gelen iş cinayetinde öğrenebildiğimiz kadarıyla iki aile şikayetçi oluyor.
İyi bir durum. Bu kadar ayıbın göz önünde olduğu ve belgelendirildiği iş cinayeti olması sebebiyle. Aynı zamanda, inşaat sektörü en kronikleşmiş iş cinayeti sahası ve güvencesizliğin pik yaptığı bir sektör olması itibarıyla da. Ancak görelim ki; birinde 20, diğerinde 21 işçi hayatını kaybettiği Ostim’in ve Davutpaşa’nın ayırt edici özelliği, ortalama on beşer ailenin ısrarla davayı takip etmesidir. Mühim olan budur. Ailelerin tek başına şikayetçi olmaları yetmez. Her iş cinayetinde, işverenin de hükümetin de bilmesi lazım ki bunu takip edenler var. Ailelerin de bilmesi lazım ki; ben takip edersem yalnız değilim. Dolayısıyla da benim tazminata ait haklarım da, ceza davasına ait süreçlerde de bana göz, kulak, dil olacak, elimi elinde tutacak, bana bu zor zamanlarımda güç destek verecek, memleketin vicdan sahibi insanları vardır duygusunu yaşaması ve güçlü hissetmesidir. Bizler de buna neden olabildiğimiz oranda bunu da usulünce yapabildiğimiz oranda, üzerimize düşeni yapmış olacağız. Yoksa her ölümlü olay sonrasında olay yerinde bir basın açıklaması, mevzunun kendisinin kapitalizmden, işverenden, sistem vs kaynaklı olduğunu anlatmak yeterli değil. Peki sonra? Herkesin hayatı aynı yerinde, ama o işçi ailelerin hayatları aynı yerde değil. Bütün bunlar bizim derdiğimiz olabildiği oranda, biz de vazifemizi yapmış sayılırız.
Kaynak: guvenlicalisma.org