Charlie Hebdo katliamı üzerine: İlkesine tutkuyla bağlı olmak mı? – Prof. Slavoj Zizek

Faşizm, solun toplumda varolan devrimci potansiyeli harekete geçirmede başarısız kaldığı, tatminsizliklerle dolu bir durumdur. İslamcı gericiliğin yükselişi de Müslüman ülkelerdeki laik solun gerilemesine paralel bir süreçte gerçekleşmedi mi? Charlie Hebdo katliamının şok etkisi altındayken yeni baştan düşünmeye başlamak için de cesaret toplamalıyız. Tabii ki bu katliamı (“Charlie Hebdo Müslümanları fazla kışkırttı, onları aşağılamakta fazla ileri […]

Faşizm, solun toplumda varolan devrimci potansiyeli harekete geçirmede başarısız kaldığı, tatminsizliklerle dolu bir durumdur. İslamcı gericiliğin yükselişi de Müslüman ülkelerdeki laik solun gerilemesine paralel bir süreçte gerçekleşmedi mi?

Charlie Hebdo katliamının şok etkisi altındayken yeni baştan düşünmeye başlamak için de cesaret toplamalıyız. Tabii ki bu katliamı (“Charlie Hebdo Müslümanları fazla kışkırttı, onları aşağılamakta fazla ileri gitti…” gibi kıvırtmalara girmeden) özgürlüklerimizin temellerine karşı düzenlenmiş bir saldırı olarak göreceğiz. Olay karşısında duygu yüklü evrensel dayanışma çağrıları yapmak da yetmez, bunun ötesinde akıl yürütmemiz gerekir.

Bu akıl yürütmede katliamı görelileştirme (“Üçüncü Dünya halklarına bu kadar acılar yaşatan biz Batılılar, kim oluyoruz da bu olayı yargılıyoruz” tarzında) basitliğine de düşmemeliyiz. Diğer yandan her türlü İslam eleştirisini Batılı İslamofobisi diye yargılayan Liberal Solcuların hastalıklı suçluluk duygusuyla da alakamız olmamalı. Bu lafta solcular daha önce de gereksiz yere Müslümanları kışkırttığı söylemiyle Salman Rüşdü’yü hakkında çıkarılan ölüm fetvasından -kısmen de olsa- sorumlu tutmuşlardı. Bu tarz liberal solcu duruşun bizi götüreceği son nokta şudur: Kendi “suçluluğunu” (Profesör’e göre liberal solcunun kendi icat ettiği bu “suçluluğu” yine liberal “çokkültürcü hoşgörü” doktrinin ürünüdür – Engin Kurtay) ne kadar deşersen, Müslüman köktendinci de seni o kadar İslam nefretini gizleyen bir ikiyüzlü olmakla suçlayacaktır. Bu mekanizma, süperego paradoksuna mükemmel bir örnektir: “Büyük Öteki”nin talimatına ne kadar uyarsan o kadar daha çok suçlu olursun. İslamcı teröre karşı da ne kadar hoşgörülü olma telaşına girersen, üzerindeki İslam baskısı da o kadar güçlü olur…

Simon Jenkins’in “aşırı tepki vermeyelim, milleti galeyana getirmeyelim” şeklinde itidal çağrısını da (The Guardian, 7 Ocak 2015) bu nedenle kifayetsiz buluyorum. Bu yaklaşımla her olan biteni “bir felaket oldu, korktuk, ama bu da geçer” diye görmeye başlarsınız. Oysa Charlie Hebdo saldırısı öyle “gelip geçer bir felaket” değildir, çok kesin bir dinsel ve siyasal hedefe bağlıdır, kapsamlı, büyük ölçekli bir idealin parçası olan bir eylemdir. Eğer kör İslamofobiye saplanmak anlamındaysa, elbette aşırı tepki vermeyeceğiz, ama bu büyük ölçekli ideali çözümlemek anlamındaysa, evet, bunu keskin ve kararlı bir şekilde yapmalıyız.

Teröristleri canını hiçe sayan şeytani fanatikler olarak kahramanlaştırmak yerine onların bu şeytani gizemini ters yüz etmemiz gerekir. [Olguyu çözümlemek için karşıtını ele alarak başlayalım:] Friedrich Nietzsche, Batı uygarlığının tutku ve bağlılıklardan uzaklaşmış bir Son İnsan tipine doğru yol aldığını söylemiştir. Hayal kurma yetisini yitirmiş, yaşam yorgunu, risk almayan, yalnızca rahatlık ve güvenlik arayan bir insan tipi: “Ara sıra biraz zehir: hoş düşler görür ve sonunda biraz fazlaca zehir, hoş bir ölüm getirir. Günlük, gecelik küçük zevklerle yaşar ama yine de sağlığına çok düşkündür. ‘Mutlu olmanın yolunu buldum’ der ve göz kırpar Son İnsan.”

Sınırsız zevklerin dünyası Birinci Dünya ile buna karşı tepki olarak ortaya çıkan köktencilik arasındaki kutuplaşma, günümüzde giderek maddi ve kültürel anlamda varlıklı, uzun ve tatminkar bir yaşam sürmek ile yaşamını aşkın bir hedefe adamak arasındaki çelişkiye karşılık gelmeye başlamıştır. Bu çelişki Nietzsche’nin tanımladığı etkin ve edilgen nihilizmler arasındaki çelişkiye karşılık gelmiyor mu? Bizler Batı’da Nietzsche’nin betimlediği aptalca gündelik zevklere dalmış Son İnsan’ı oynarken, Müslüman köktendinci her şeyini riske eden, kendisini bile yok eden bir savaşa girişiyor. William Butler Yeats’in “İsa’nın Dönüşü” şiiri içinde bulunduğumuz bu çıkmazı mükemmel betimliyor: “En iyimiz her türlü ilke ve bağlılığa uzak duruyor, en kötümüz ise yoğun bir tutkuya boğulmuş durumda.” Bu dizeler günümüzün anemik liberalleriyle, tutkusuz bir hırsa boğulmuş[impassioned] gericileri arasındaki çelişkiyi betimliyor. “En iyimiz” hiçbir konuda elini taşın altına koymuyor, “en kötümüz” ise ırkçı, dinci, cinsiyetçi bir yobazlığa saplanmış durumda.

Bu terörist gericiler sözcüğün hakiki anlamında köktenci midir? Tibet budistlerinden Amerikan  Amish’lerine, köktendinci diye bildiğimiz bütün örneklerdeki ayırdedici özellik bu teröristlerde yok: gerçek inananlar, inanmayanların yaşam biçimine karşı kayıtsızdır, çünkü onlarda hınç ve çekememezlik yoktur, çünkü onlar neyin Doğru olduğunu kendilerine göre bulduklarını düşündüklerinden inanmayanların yaşantısı onlara bir tehdit oluşturmaz. Eğer bu sözde köktenciler gerçekten inançlı iseler, eğer doğruyu buldularsa, kafirleri neden kendilerine tehdit olarak algılıyorlar? Bir Budist Batılı bir hedonistle karşılaştığında onu yargılamak yerine, iyiniyetle onun bu şekildeki mutluluk arayışının kendi kendini yanıltmaktan ibaret olduğunu anlatır. Bu terörist sahte-köktenciler ise, gerçek köktencilerden farklı olarak inançsızların günahkar yaşantısından derinden etkilenmiş durumdalar. Günahkar hasımlarıyla savaşırken asıl o hasımlarının sahip olduğu yaşantıya karşı kendi içlerindeki hayranlık ve haset duygularıyla savaştıkları anlaşılıyor.

Yeats’in tanısı da burada karşı karşıya bulunduğumuz açmazı anlamak için yetersiz kalıyor: eğer bu teröristler aşırı bir tutku yoğunluğu içindeyse, bu aynı zamanda onlarda gerçek ilke ve bağlılıkların da bulunmadığını gösteriyor. Haftalık bir gırgır dergisinde çıkan aptal karikatürleri tehdit olarak algılayan bir Müslümanın inancı ne kadar sağlam olabilir ki? İslamcı terörist asıl kendisini Batı’dan üstün göremediği için kendi kültürel-dinsel kimliğini küresel tüketim uygarlığının yıkıcılığına karşı koruyamamaktadır. Gerici teröristin sorunu, bizim onu kendimizden aşağı görmemiz değil, asıl onun kendisini içten içe bizden aşağı görmesidir. Tam da bu nedenle doğru siyasal tavır bizim de kendimizi onlardan yukarıda görmememiz olmalıdır. Bu onu daha da çileden çıkarır. Çünkü asıl sorun kültür farkı ya da onların kendi kimliklerini koruma çabası değildir, tersine, onun bizim standartlarımızı derinden zaten içselleştirmiş, kendisine ölçüt almış olmasıdır. Terörist gerici tam da –paradoksal olarak– makul bir “ırkçının” sahip olması gereken dozda kendi ırkının üstün olduğu inancına sahip olamamaktadır.

İslamcı gericiliğin son zamanlarda aldığı biçim Walter Benjamin’in şu isabetli sezgisini doğruluyor: “Faşizm her zaman başarısız bir devrim üzerinden yükselir”. Faşizmin yükselişi Solun başarısızlığıdır, ama aynı zamanda devrimci bir potansiyelin de var olduğuna işarettir. Faşizm, Solun bu potansiyeli harekete geçirmede başarısız kaldığı, tatminsizliklerle dolu bir durumdur. Benjamin’in formülü bugün “yeşil-faşizm” dediğimiz olguya da aynen oturmuyor mu? İslamcı gericiliğin yükselişi de Müslüman ülkelerdeki laik solun gerilemesine paralel bir süreçte gerçekleşmedi mi? 2009’un ilk aylarında Pakistan’da Taliban, Swat Vadisini kontrol altına aldığında New York Times, Taliban’ın bir kesim varlıklı toprak ağası ile topraksız köylüler arasındaki çelişkileri kullanan bir sınıf ayaklanmasını yönlendirdiğini yazmıştı. Eğer topraksız köylülerin Taliban tarafından yönlendirilebiliyor olmaları, geneli feodal yapıda olan Pakistan’ın geleceği için bir tehlike ise, Pakistan’daki liberal demokratlar ve ABD bu topraksız köylü öfkesini –onlara yardım ederek–  neden kendi çıkarları doğrultusunda “değerlendiremedi”? Bu olgunun gösterdiği hazin gerçek şudur: liberal demokrasi ile ağalık düzeni arasında doğal bir bağlaşıklık bulunmaktadır…

Öyleyse liberalizmin temelinde diye bildiğimiz o değerler, özgülük, eşitlik, vb, nerede? Liberalizm paradoksal olarak bu kendi değerlerini gerici saldırı karşısında korumaktan acizdir. Gericilik tabii ki nihayetinde yanlış yönlenmiş, gizemcilikten beslenen bir tepkidir, ama bu tepki yine de liberalizme içkin olan bir zaafiyete karşı tepkidir ve tam da bu nedenle gericiliği ha bire yeniden-üreten de yine liberalizmdir. Liberalizm kendi iddiası doğrultusunda müdahale edilmeden “serbest” bırakıldığında zaman içinde kendi kendini yok eder. Liberal değerleri korumanın yegane yolu, Liberalizmin içindeki Sol değerleri yeni baştan programlamaktan geçer. Liberalizm kendi mirasını ancak köktenci Sol siyasete vereceği destekle yaşatabilir. Gericiliğin bastığı zemin ancak böyle kaydırılabilir.

Öyleyse Paris Katliamı’ndan öğreneceğimiz şudur: “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” [permissive] liberalizmi ile gericilik arasında olduğu varsayılan çelişki, nihayetinde sahte bir çelişkidir – iki uç noktanın birbirlerini yeniden-ürettikleri bir kısır döngüdür. Max Horkheimer’ın 1930’larda faşizm ve kapitalizm için söylediği söz (kapitalizm eleştirisi yapamayan faşizme karşı sessiz kalır) bugünün gericiliği  ile liberal demokrasi için aynen söylenmelidir: liberal demokrasiye eleştirel yaklaşmayan dinci gericilik karşısında da sessiz kalır.

Kaynak: Sendika.org

İlgini çekebilecek diğer içerikler