Kristal-İş Sendikası’na bağlı cam işçisinin Şişecam işyerlerinde uyguladığı grev “milli “güvenlik” ve “genel sağlık” gerekçesiyle fiilen yasaklandı. Sendikanın idari yargıya başvurması, idari yargının iptal kararı vermesi de yapılanın yasaklama olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Danıştay iptal kararı verse de daha önce örneklerini gördüğümüz gibi hükümet yeni bir Bakanlar Kurulu kararı alarak grevi yeniden “erteleyecek” ve yine başa döneceğiz.
Bir an için “grev erteleme” gibi bir kurumun özgür toplu pazarlığa siyasi müdahale niteliğinde olduğunu, toplusözleşme özerkliğinin özünü zedelediğini düşünmeyelim. Bir an için “milli güvenlik” ve “genel sağlık” nedenleriyle grevin ertelenebileceğini bir gereklilik olarak kabul edelim.
Bu durumda bile hukukun ve aklın gereği, uygulanan grevin gerçekten “milli güvenliği”, “genel sağlığı” tehdit eden somut etkilerinin ortaya çıkmış olması gerekir. “Milli güvenlik” ya da “genel sağlık”, grevin şu etkisi ile şu somut olayda kendini gösterdi, şu somut olayla tehlikeye düştüğü ortaya çıktı demeden, sadece yasada erteleme yetkisi verildiği için grev erteleniyorsa, Bakanlar Kurulu yetkisini keyfi olarak kullanıyor demektir. Bir kamu kuruluşunun yasanın verdiği bir yetkiyi yasadaki koşullar gerçekleşmeden kullanması, açıkça görevin kötüye kullanılması demektir.
Şimdi, Şişecam işyerinde Kristal-İş Sendikası cam işçilerinin uyguladığı grevin öncesine ve sonrasına bakalım:
Orta yerde altı aydır toplu pazarlık sürecini işletip, üç yılda ancak elde ettiği yasal grev hakkını kullanan bir sendika ve 5800 işçi var.
Bu işçilere “açlık sınırı”nı aşamayan bir ücret teklif eden bir işveren var.
Görev alanı Anayasa ile belirlenmiş, Anayasa ve yasa tarafından ancak milli güvenlik ve genel sağlığın tehlikeye girmesi halinde erteleme kurumunu kullanabileceği belirtilmiş, kendisine koşullu bir yetki verilmiş bir Bakanlar Kurulu var.
İşveren işçiyi yok sayarak iş barışını bozmuş, üstelik durumu değiştirecek hiçbir olumlu adım da atmamıştır.
Bakanlar Kurulu da “Ben yaparım olur” deyip, kendisine verilen koşullu yetkiyi koşullar gerçekleşmeden kullanmaktan kaçınmamıştır.
Hükümet ortada hiçbir somut gerekçe yokken, erteleme için yasanın aradığı unsurlar gerçekleşmeden grevi erteleyerek görevini kötüye kullanmıştır.
Bunun teknik adı “hukuksuzluk”tur. Bir hukuk devletinde, herkesten önce yasama, yürütme ve yargı, hukuk kurallarıyla bağlıdır. Bile bile hukuk kurallarını görmezlikten gelmek siyasi bir beceri değil, keyfi yönetim anlayışının dışavurumudur. 2012 yılında Türk Hava Yolları için grevi yasayla yasaklayan Meclis, yasama görevini kötüye kullanmıştır. Kendisine verilen koşullu yetkinin koşulları gerçekleşmeden dün Şişecam işyerlerinde cam işçisinin grevini erteleyen Bakanlar Kurulu görevini kötüye kullanmıştır. Her iki organ, yani yasama da yürütme de hukuku bile bile askıya almış, Anayasa Madde 2’deki “hukuk devleti” ilkesini çiğnemiştir.
Görülüyor ki yasama ve yürütme açısından “mevzu bahis olan sermayenin çıkarı ise, hukuk teferruattır.”
Grevi ertelenen cam işçisi kaybetmiş görünmektedir. Gerçekte ise, işçi sınıfı eğer doğru dersi çıkarırsa “kaybederken kazanan” olabilecek duruma gelmiştir.
Eğer bir ülkede hükümet, sermayenin çıkarı olduğunda hukuku teferruat olarak görüyorsa, en başta kendisi hukukla bağlı olması gerekirken, sermayenin anlık çıkarları için hukuku bir kenara itiyorsa, aynı tutumu işçi sınıfının da alabileceğini göze almış demektir.
İşçi sınıfının ise hükümetten farklı olarak, hukuku “teferruat” görüp bir tarafa bırakması gerekmemektedir. Aksine, işçi sınıfı uluslararası hukukun kendisine sağladığı güvenceleri kullanarak grev hakkına sahip çıkabilir.
Unutulmamalıdır ki, işçiyi koruyan tek kurum özgür toplu pazarlık düzenidir. Grev hakkının olmadığı koşullarda özgür toplu pazarlığın olamayacağı ise açıktır. İş yasasıyla korunabilen bir işçi kesimi ne ülkemizde ne de dünyada görülmüştür, görülemeyecektir.
Bireysel iş yasaları, işçinin korunması için en alt sınırları belirler. Gerçek anlamda işçinin haklarını koruyup geliştirmesi, özgür pazarlık düzeninin yaşama geçirilmesiyle olanaklıdır. Özgür toplu pazarlık düzeninden söz edebilmek için, devletten ve işverenden bağımsız, işverene etkili bir güç uygulayacak kadar güçlü sendikaların, grev hakkının, toplu iş sözleşme özerkliğinin bir arada bulunması zorunludur.
Erteleme adı altındaki grev yasağı özgür toplu pazarlık düzeninin yok edilmesidir. “Erteleme” süresinin sonunda gidilecek yer Yüksek Hakem Kurulu’dur. Yüksek Hakem Kurulu işçi, işveren ve bürokratlardan oluşur. Kurulda grevi uygulayan sendika temsilcileri yoktur. Kurul dosya üzerinden karar vermektedir. Kaldı ki taraf iradelerinin dışlanmış olması, kurulun vereceği karara göre şekillenecek toplu iş sözleşmesinin iyi veya kötü olmasının ötesinde özgür toplu pazarlığın doğasına, mantığına aykırı bir durumdur.
Ertelenen (fiilen yasaklama) her grev, hukukun dışına çıkan her Bakanlar Kurulu kararı işçilerin iradesine konulmuş bir ipotek, toplu pazarlık haklarına yapılmış bir saldırı, haklarının geriye götürülmesi demektir. Yaşanan bu büyük hukuksuzluk, yaratılan kısır döngünün kırılmasının tek yolunun inadına özgür toplu pazarlık olduğunu işçilere gösterecektir.
İşçiler hükümete ve kendisini iç hukukun dar sınırlarına hapsetmiş hâkim sendikal anlayışa rağmen bu kısır döngüyü kırmayı çok uzak olmayan bir gelecekte başaracaktır.