13 Mayıs 2014: Soma Faciası’nın olduğu gün Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde bir tören vardı. Koç Holding’in ‘savunma grubu’ şirketlerinden olan RMK Marine’in Sahil Güvenlik Komutanlığı için inşa ettiği ‘TCSG Yaşam’ gemisi, İç İşleri Bakanı Ala, Milli Savunma Bakan Yardımcısı tersaneci Yardımcı, İstanbul Valisi Mutlu, Sahil Güvenlik Komutanı Tümamiral Özbal ve sair devlet erkanına törenle teslim edildi…
27 Mayıs 2014: ‘Yaşam Mimarı’ logolu bir şirket imajı seçen Ağaoğlu A.Ş’nin, yürütmeyi durdurma kararına rağmen durmadan devam eden Maslak 1453 şantiyesinde, Hasan Tek’in kafasına inşaat demiri düştü. Canını şantiyede verdi…Aynı gün Ümraniye Canpark Alışveriş Merkezi, ‘Alışveriş Candır” temalı billboard reklam kampanyasına devam etmekteydi…11 Mart 2012: ‘Burası Bir Başka Dünya’ ‘temalı’ Marmarapark ‘Alışveriş ve Yaşam Merkezi’nin inşaatında çalışan Ege Pehlivan, Hakim Akcan, Fatih Acun, Çetin Coşkun, Seyfettin Topal, Abdurrahman Demir, Sevdin Özen, Rasim Özen, İsa Topal, Mehmet Yığılı, Barış Kıyak, şantiyeye yakın yere kurulan gece barındıkları plastik çadırlarda yanarak yaşamlarını kaybettiler…
AVM’lerin ortak internet promosyon portalı olan www.avmlife.com.tr’a seçilen slogan bugün hala açılış sayfasında alışveriş konusunda bilgilenmek isteyen potansiyel tüketicileri karşılıyor: ‘Hayat Alışveriştir!’. Konut, gemi, kıyafet, sair malın tüketiminde farz edilip, pazarlanması farz olan ‘hayat teması’, tüm bu metaların üretimi sürecinde sistematik, öngörülebilir ve göz göre bir şekilde hayata mâl oluyor.
‘Motorumuzu soğutma’
1 Mayıs 2014: Oturduğum mahalle Tarlabaşı’nda düzenli alışveriş yaptığım K. Abi’ye uğruyorum. K. Abi Tarlabaşı’nın en işlek caddelerinin birinde daracık bir dükkan, bir de yedi katlı tarihi bir binanın sahibi. Mülayim, güler yüzlü, sokaktaki pek çok kedi ve köpeği besleyen, yavruladıklarında dar dükkanında geceleten bir abimiz. Yaptığımız ufak sohbetlerden değil de aldığım gazetelerden olsa gerek, AKP Beyoğlu İlçe Örgütü’nde de faal olduğunu seneler içinde bana yavaş yavaş, sindirmemi beklercesine üstü kapalı haber vermişti.
Evet, iki günlük süt, pirinç…Ben parayı verip, iki kelam edemeden, kan ter içinde bir genç giriyor içeriye. Çalışmaya mecbur olduğu bu günde, polis barikatları ve gaz ve toz bulutları içinde kalıp, kendini buraya zor attığından yakınıyor, bir su istiyor. Genç öyle derinlemesine fikir yürütmeden, yorum yapmadan, kendi kendine söylenmeye anonim şahit ararcasına bahsediyor polis barikatlarından. K. Abi kükrüyor: ‘Polis seni koruyor! Kanmayacaksınız bu bölücülere! Motorumuzu soğutamayacaklar! Soğutamayacaklar!’ ..’Motor..’ ‘Motorumuzu soğutamayacaklar!’ lafları kulaklarımda çınlayarak eve dönüyorum.
İş cinayetleri, meslek hastalıkları, işyeri intiharları, ezcümle tüm çalışma ıstırabının oluştuğu şartları açıklayan kilit cümleyi, demirci örsü gibi kucağıma atmışlar sanki. Sürüye sürüye eve taşıyorum: ‘Motorumuzu soğutmasınlar’ ve çalışma ıstırabı. Motorsuz insan, motorlu makina, sermaye birikiminin can-lı emeği olan değişken sermaye, makina kadar hızlandırılamayan etten, kandan insan, can güvenliği değil iş güvenliği, işçinin değil, işletmenin / işin sağlığı, borsada dalgalanan hisse senedi değerlerinin insanın kalp atışına benzer çizilen grafikleri…
Felaket, Facia, Katliam, Dehşet, Kıyım, Yıkım, Mahşer ve…Kalkınma!
Kapitalizm öncesi insanların tahayyül edebileceği kötülükleri en iyi ifade eden ve en çok görselleştirilmeye çalışılmış imgelerden biri teolojideki mahşerin dört atlısı olmalı. İnsanın gönlüne can korkusu salan, ansızın canını alan “Kıtlık, Savaşlar ve Salgın Hastalıklar”. İnsanın hayatta kalma çabasını unufak eden mutlak ve devasız afetler. Her türlü metanın piyasa kurallarına göre sınırsız üretilebildiği, bunun için dünyanın her türlü canlı, cansız kaynağının seferber edildiği, bizatihi ‘kaynaklaştırıldığı’ bu büyük dönüşüm sonrası mahşerî atlıların yerini ne aldı?
AVM bolluğu içinde kıtlık, Hastane bolluğu içinde hastalık, Savunma Sanayi bolluğu içinde savaşı nasıl açıklamaya çalışıyor insan insana? Yaşamı dönüştüren güçlerin bunca devâsalaştığı çağda, teknolojideki kitlesel ölümü nasıl imgeliyoruz? #Soma? #Tuzla? #Davutpaşa? #Esenyurt? #Ostim #RanaPlaza? …
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi Yangın Kulesi’nin verilerine göre, 2013 sene içerisinde en iyimser istatistiklere göre bile her iki ayda bir bir Soma, senede üç-dört Soma yaşanıyor. İsim isim iş organizasyonu kaynaklı, hepsi önlenebilir kazalarda hayatını kaybedenlerin kaydını tutan ve can verenleri anan bu rapora ‘teker teker’ giren çalışanların sonuçta kitlesel kaybını karşılayabilecek imge hangisi? Çalışma ıstırabı konusuna gölge düşürmeyecek, faciayı adlî ve istisnaîymiş veya afeti anormalmiş gibi gösterip gündelik olandan ve hepimizin algıladığından uzağa atmayacak imgeler hangileri? Arıyoruz…
…28 Nisan iş cinayetlerinde hayatını kaybedenleri anma ve yas gününün Türkiye’de de kabul edilmesi talebini vesile ederek, çalışma hayatımızda her gün yaşanan savaşı tekrar gündeme getirmeye, insanın insana insan eliyle zulmüne bir imge bulmaya çalışmıştık. Katliamdan sadece on beş gün önce 28 Nisan’da, ‘Kalkınma ve Kıyım’ panelinde ve akabindeki radyo programında doğa, insan ve kent kıyımını, doğa, kent ve can mücadelelerini beraberce ele almıştık.
Bu ortak arayışın, doğa-kent-insanbilimleri, kent-kır, işçi sağlığı – halk sağlığı gibi uzmanlık alanlarının birbirini dışlayan kavramlarını aşacak şekilde, ortak olanın tekrar kayıpta ve mücadelede yeniden kurulması denemesiydi 28 Nisan. Hala arıyoruz. ‘Afet Riski Altında Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’ adlı kitlesel yıkımları ve kentsel alana gür bir yatırım akışını mümkün kılacak kanunun ‘afet’ tanımında gizli olabilir bu imge.
Ocak 2013’de Başbakanın şehvetle açıkladığı üzere, önümüzdeki yirmi senede altıbuçuk milyon bina bu yasaya dayanarak dönüştürülecekse eğer, bu binaların hangilerinde ve nerelerinde olduğunu bilmediğimiz asbest liflerinin yıkım esnasında havaya karışarak gene yirmi ila otuz yıl içerisinde kitlesel bir halk sağlığı katliamına yol açmasına da şahit olacağız demektir. Kapitalizm bilmediğin değil bildiğinin, bildiğin şekilde, bilimsel, rasyonel ve gittikçe de yasal bir şekilde ve katliam ölçeğinde başına gelmesidir belki de. İşte tam da bunun imgesini arıyoruz.
Bildiğin şekilde ölmek içine ‘şehitlik’ de giriyor. Şehitlik kavramı atfedilerek içi boşaltılan çalışma kurbanlarından bazılarına, seçici olarak bu mertebeyi vermek, hatta Soma’da verip, Şırnak’taki kaçak madende çalışırken ölene vermemek, katliamın üstünü desenli örtmek anlamına geliyor. İnceden Batı/Doğu ayrımını yeniden kurarak, inceden inceden makbul işçi, makbul olmayan işçi ayrımını yeniden tahkim ederek örtmek.
Hadi hadi, quickly quickly: Dört başını dayıbaşılar almış
Herhangi bir iş havzasında veya bir iş kolunda iş cinayetlerinin, her gün bunlardan üç ilâ dört misli insanın uzun süreli etkileri yüzünden canına mal olan, fakat kayıt altına alınmayan meslek hastalıkların ve işyeri intiharlarının mutlak ve oransal olarak artacağını, Türkiye Ekonomisi’ndeki yükselen ve hızlı büyüyen işkollarına ve bunların yoğunlaştığı mekanlara bakarak neredeyse hata payı olmadan tahmin edebildiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. ‘Kaos yok’, bilinemezlik yok, sistematik ve rasyonalitenin araçlarıyla anlaşılabilecek ve öngörülebilecek bir durum var ortada.
Bu duruma düzeni veren, kalkınma ile çalışma ıstırabının arasındaki bağı iki ana kayış kuruyor: ‘hız’ (işin yoğunlaştırılması ve uzatılması) ve ‘parçalanmış’ üretim (hizmet alımı ile ihaleler vesilesiyle taşeronlaştırma, ödünç işçilik, sözleşmeli, belirli süreli, kısmi zamanlı, çağrı üzerine çalıştırma …vb çalıştırma şekilleri). ‘Hızın’ ve ‘Parçalanmışlığın’ her işyerinde ifade edilişi fark ediyor sadece. Soma madencileri ‘hadi hadi’ sistemi demişler kendilerininkine. Reklamcı bazen ‘çıktı performans’ sistemi diyor. Üçüncü köprü inşaatı açılış töreninde ihale bahşedilen şirketlerin kulağına, her dilde anlaşılsın ve cümle alem anlasın diye mikrofonlar vesilesiyle ‘quickly, quikly’ buyruluyor.
Parçalanmış iş sürecinde işin yoğunlaştırılması ve uzatılması için çalışan bedene yakın, fakat o bedenin ahvalına ırak duran ‘aracılar’ lazım: üniversitesinden tersanesine, çağrı merkezinden şantiyesine, madeninden bankasına iş baskısını aktaran ve emeği son verimlilik kertesine kadar sıkıştıran son halkaya dayıbaşı deniyor. İş, baskı, şiddet ve erillik arasındaki bağı bir kere daha işyerinde kanıtlarcasına, ‘dayı’başı.
“Soğutulmayan motorlara” bir bakalım: 2008 senesi bir yandan ‘Türk Gemi İnşa Sanayi’nin yıldızının parladığı sene idi. O sene çoğu Tuzla Tersanler Bölgesi’nde olmak üzere 28 işçi canını tersanelerde bıraktı. Türkiye’nin 2008 krizini ‘teğet geçmesini’ sağlayan en önemli, o dönemde genel ekonominin iki misli gibi bir oranda büyüyen inşaat sektörüne bakalım. İSİG Meclisi’nin 2011’den beri tuttuğu karşılaştırılabilen istatistiklere göre, hep mutlak olarak ve çalışan sayısına oranlandığında en fazla işçinin öldüğü işkolu olmuş.
Ölümler sadece ufak müteahhit şirketlerde gerçekleşmiyor, belli ki ‘azgelişmiş kapitalizm’ değil neden, ziyadesiyle gelişmiş kapitalizm sorgulanabilir neden olarak. Büyük, küresel de olmuş inşaatçı baronların megaprojelerinde, Üçüncü Köprü’de, Safir Gökdeleni’nde, Zorlu Center’da, Avrupa’nın en büyük AVM işletmecisi olan ECE’nin Türkiye şubesi ÊCE Türkiye’nin Marmapark’ında, Suryapı Ümraniye şantiyesi’nde karşımıza çıktığına göre! Peki Soma Faciası’nın, Kömür Yılı ilan edilen 2012 senesinden yalnızca bir sene sonra gerçekleşmesi bir tesadüf olabilir mi? Türkiye Kömür İşletmeleri ve Türkiye Taşkömürü Kurumu üzerinden yürütülen hizmet alımı / rödovans ile çıkarılan kömürün devlet tarafından alım garantisi ile ödüllendirilmesi, özel sektörün maksimal kömür verimliliğine ve tonaja teşvik edilmesi, enerjide dışa bağımlılığı azaltmak ve istihdamı artırmak için Enerji Bakanlığı’nın öngördüğü, ‘dört yana termik santral’ siyasetinin uzantısı değil midir? Peki ya ‘Büyüyen Türkiye Ekonomisi’nde Yükselen Enerji Sektörü’ diye bir başlık görünce tek titreyen biz miyiz?
Enerji sektörünün dağıtım ve üretiminin özelleştirilmesi ve verimlileştirilmesi ile artan güvencesiz, işçi sağlığı belleğini aktaramayan ve işsizlik korkusu ile her türlü risk altında çalıştırılabilen taşeron işçi kullanımının, HES inşaatlarında verilen canların ilişkisini kurmak için emek antropoloğu veya iş hukukçusu olmaya gerek var mı? Peki, ‘Türkiye’de kişi başına sağlık harcamalarının son on yılda 2,5 misli arttığını’ okuduğunuzda, etrafınızın daha fazla sağlık, esenlik, can ile dolduğunu mu, yoksa sağlık iş kolundaki hem çalışan hem de ‘hizmet alanlara’ has bir çalışma ıstırabının nasıl kurgulanmakta olduğunu mı düşünmeye başlıyorsunuz? ‘Kamu sağlığı’ mantığı ile önleyici olan tibbi hizmetler yerine, hastalık sonrası vazgeçilmesi zor tedavi edici süreçlerde piyasa genişlemesi üzerine kurulmuş sistemde performans düzeneğine bağlanmış doktorların ne kadar ‘çok hasta görürlerse’, ‘ne kadar çok tomografi, röntgen, MR…’çektirtirlerse meslektaşlarından sıyrılacaklarının hesabını yapmaya zorlandıklarında doktor-hasta ilişkisi neye dönüşüyor?
Sağlık personeline karşı artan şiddetin belleğini tutan ‘Sağlık Çalışanlarının Sağlığı’ oluşumunun tam da bu son on yıllık süreçte hayata geçmiş olması da bir tesadüf olabilir mi? Bu zaviyeden baktığımıza, sayısı 180’e yükselmiş üniversitelerdeki çalışma ıstırabını dillendiren ilk oluşumun bu dönemde emeklemeye başlamasına, patlayan çağrı merkezi çalışanlarının oturup kendi işyerlerindeki işçi sağlığı sorununu ele alan bir rapor kaleme almasına[9], ‘Türkiye’nin parlak ithal ürünü’ bitmeyen dizilerin ekrana yansıyan parıltılı dünyasının arkasındaki set çalışanlarının birlikleri Sine-Sen ve Oyuncular Sendikası ilk ‘setlerde işçi sağlığı ve iş güvenliği’ taslağı üzerinde çalışmaya başlamasına şaşırmak mümkün mü?
Doğa, kent ve insan kıyımının en hızlandırılmış yaşandığı İstanbul’dan kaydırılan sanayinin Ergene Havzası’nı, Çorlu ve Çerkezköyü’nü her açıdan yuttuğu Tekirdağ’da ayrı bir İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi kurulması, mantar gibi her yerde biten ikibine yakın ruhsatla dereleri boğazlarından kelepçelemek anlamına gelen HES’lere karşı mücadelenin yarattığı Karadeniz İsyandadır Platformu’nun HES inşaatlarında ölenlerin belleğini tutması ve bu kayıplarını Cumartesi Anneleri’nin kayıplarıyla aynı basın açıklamasında anması birbirinden bağımsız ama aynı eğimle akan derelerin birleşmesi gibi birbirine benzeyen hareketlenmeler değil mi? Güvencesiz taşeron enerji işçilerini örgütlemek amacı yeni sendikacılık anlayışını yansıtan DİSK’in en taze mensubu Enerji-Sen, tüzüğünde bir ilke yer vererek genel yönetim kurulu’nun asıl yedi üyesinden biri ‘Genel İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Sekreteri’ olarak sabitledi ve enerji işçilerinin kitlesel olarak ölmesi gerekmeden ‘tekil’ iş kazalarında da sahalara koşturan sendikacılarıyla istisnai bir profil sergiliyor.
Son olarak bu ‘ıstıraptan doğan lütufa’ en iyi örnek olarak 2008 senesindeki Davutpaşa patlamasında hayatını kaybedenlerin ilk ivmesini verdiği ve halka halka büyüyerek Türkiye’nin iş cinayetleri konusunu en süssüz, slogansız, iş ve dayanışma odaklı mevziden götüren İş Cinayetinde hayatını kaybedenlerin adalet arayışındaki aileler ve onlara destek grubu 1 Umut Derneği gönüllülerini anmak gerekiyor.
Soma, #Soma olmadan, heryer kendi çalışma koşullarına dönüp bakma, onlar hakkında söyleşme, örgütlenmeye yüzünü mü dönüyor, birbirinden habersiz ama aynı suda yıkanarak?
Organize bir suç olarak iş organizasyonu
Madem imgeden ve söylemden başladık, oradan devam. Bu dergiyi eline alan herkes belli ki reddediyor, iş kazası kader değil, mukadderat değil, işin fıtratından doğan bir acı değil, hatta kaza da değil…Ama ‘iş cinayeti’ kavramı dışında Soma’nın hayatlarımızla, gündelik belalarımızla ilişkisini kuracak köprü-kavramlara ihtiyacımız var. İş cinayetine varmadan da ‘çalışma ıstırapları’ yaşamıyor muyuz? Bunun son kertesinde canın kaybı var…Canı kaybetmekten beter hallere girip girip çıktığımız halleri nasıl anlamlandıracağız, kavramsallaştırıp, görünür kılacağız?
İşte ‘iş organizasyonu’ bu ihtiyacımız olan, ortaklık yaratabilecek kavramlardan biri. Her işyerinde bir adet ‘iş organizasyonu’ mevcut. Her ne kadar nâçar kültüralist ellerde, ‘alaturka bir iş güvenliği eksikliğine’ indirgense de, bu topraklarda gene kültüralist tanımlandığı şekliyle ‘Alman işi’ gibi tıkır tıkır olmadığı için işleyebilen bir iş organizasyonu her yerde var. Organizasyon dedik, yani işin içinde hep bir örgüt var. O örgütün adı da şirket. İşte ikinci kavram: ‘Şirket suçları’. Bir işyerinde, özellikle sendikaların ve sair yatay çalışan örgütlenmelerinin gücünün çok ciddi oranlarda azaldığı bu iklimde neredeyse tek iktidar olan şirketler, iş kazalarının, meslek hastalıklarının ve işyeri intiharlarını oluştuğu yapısal ortam olan iş organizasyonundan hem kanunen hem de en basit akıl yürütmeyle çıkarsanabilecek kurallar dahilinde sorumludur.
Bu iş organizasyonun maksimal verim, maksimal kar marjı ve rekabet kabiliyeti yaratabilmesi için tüm bilimsel, kişisel vs. kaynaklar seferber edilmiştir. Eğer buna rağmen bir insan çalışma kaynaklı hayatını veriyorsa ilk ve herşeyden önce bakılacak yer iş organizasyonunun bu ölüme neden olma zeminini nasıl hazırladığı ve bu iş organizasyonunu oluşturmakta baş rolü olan en tepedeki yetkilililerdir.
Üçüncü önereceğimiz kavram ise ‘çalışma ıstırabı’ veya ‘çalışma acısı’dır. Her ne kadar mevcut yasakoyucu içindeki ‘işçi’ kavramını ‘işe’ çevirmeye, yani işletmeye bükmeye çalıştığından dolayı, kendisini savunsak da, ‘işçi sağlığı ve iş güvenliği’ kavramı çok uzmanca kalıyor, bir türlü içimize tam sinmiyor, ‘iş’in içindeki canı kavramıyor. İşte bu yüzden, ‘çalışma ıstırabı’. Çalışırken oluşan, insanın insana örgütlü zulmünden oluşan her türlü, birbiriyle yarıştırılamayacak olan, irili ufaklı tüm acılardan bahsediyoruz.
‘Can’ kavramı ise hepsinin üsünde duruyor. Binlerce hepimizi büyüten türküye isim vermiş, en duygusal halimize de, en objektif siyah-beyaz tanımlamamıza da sirayet etmiş bir dil mirasının unsurudur ‘can’ kavramı. ‘İş’in ikame edilemeyecek tek şey olan ‘can’ın konusu olduğuna dair yeteri kadar meyil vermek için bu minvaldeki sloganları, pankartları, türküleri, eylemleri, panelleri, birliktelikleri çoğaltmak gerekiyor.
Devlet ve Şirket veya Dev-Şirket: En Organize Suç Örgütü; Mücrim ve Muktedir
Devletin sorumluluğun herşeyden önce ve çoğu zaman da yalnızca, esasında kendisi de bir bağımlı çalışan olan iş müfettişlerinin ne yapmadığı üzerinden konumlandırıldığına dair fikrim, Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki seri iş kazalarına dair yaptığımız çalışmalar döneminden oluşmaya başladı. Anaakım basının ilgisini çekecek ‘ölçekte’ veya ‘mahalde’ bir iş cinayeti gerçekleştiğinde, devlet sorumluluğuna dair basın mensuplarının sorduğu ilk ezber-soru muhakkak ‘denetimler etkin mi?’ oluyordu.
Bu ‘devlet’ algısında temelden bir yanlış ve devâsa bir eksik olduğunu Soma üzerinden şöyle anlatabiliriz: Soma Holding A.Ş.’ye maden ocağını hizmet alımı sistemi ile kiralayan ve çıkardığı kömürü tamamen alacağına dair teminat veren Türkiye Kömür İşletmeleri’nin Ege’deki birimi Ege Linyit İşletmeleri ELİ bir kamu kurumudur. Soma Holding’in toplam on sekiz milyon tonluk hizmet alımı anlaşmasını, senede birer milyonluk değil de üç buçuk milyonluk tonlar halinde ‘en hızlı’ şekilde çıkarmasının arkasındaki en önemli dinamik devletin alım garantisi verdiği monopsonist sistem yatmaktadır.
Aynı TOKİ gibi. Kentsel devlet arazisini, ‘arazi karşılığı gelir paylaşımı’ formülasyonu ile mecburi kamusallaştırıp, inşaat baronlarına aktaran TOKİ gibi. Aynı Türkiye’nin ciro itibarıyla en büyük ilk on şirketinin arasında anılan İBB’nin alt kurumları olan Ağaç A.Ş., Kültür A.Ş., Sağlık A.Ş. gibi…Devlet, artık ‘amme’, artık ‘kamu’ değil, artık ‘dev-şirket’tir.’ Artık bedenimizde dahi hissettiğimiz otoriter eğilimleri taşlaşmış bir ‘ceberut devlet’ ekseninde yapan, sadece pür / formel siyasi yapılara bakan, şirketlerin ‘verimlilik ve rekabet kültü’ üzerine kurulu iş organizasyonun otoriteryanizme olan katkısını analize dahil etmeyen hiç bir yaklaşım artık ‘iktidarı’ anlamaya kifayetli olmayacaktır. Çalışma ıstırabı artık iktidarı analiz ederken kullandığımız araçlara da yeniden bakmayı zorlamaktadır.
Sendikaların hali: Kalkınma ve Kalkışma arasındaki kopuk halka çalışma acısı olmasın?
İkinci olmazsa olmaz soru: Bu seri facialar karşısında, klasik emek örgütlenmeleri olan sendikalar ne yapıyor? Türkiye’de sendikal yapılanmanın “sarı”, “makbul” ve yeni güvencesiz çalışma şekillerinin örgütlenmesi ile uğraşıp, ‘göle maya çalanlar’ ekseninde üçlü ayrışmasına dair derinlemesine analizler yapmanın yeri değil. Fakat ‘devlet ne yapıyor, şirket ne yapıyor?’ tarzında hesaplaşma cümlelerinin, aynı şiddet ile sendikalara yönelik de kurulmasını yadırgamak gerekmiyor mu? Özellikle de şirkete dair kesinlikle yeterli soru sorulmaz ve devlete dair sorulabilen sorulan en iyimserinden kendileri de bağımlı çalışanlar olan iş müfettişlerinin denetimlerinin niteliği iken?
Sendika, tarihsel olarak ‘yatay, yanındakiyle’ örgütlenme prensibinin zaman içinde kurumsallaşmış/taşlaşmış hali ise, bu içeriği koruyup, şekil taşlaşmasından dolayı dejenere olanları, çalışma ıstırabımıza deva olabileceklerden ayıklamak biz, tüm çalışanların ortak sorunu değil mi? Soran basın mensubuna, biber gazına maruz kalarak çalışırken işverenden nasıl bir güvence beklediğini, sosyal adaletsizlikler konusunda araştırma yapan üniversite mensubuna kendi işyerindeki bölüşüm adaletsizliklerine dair yaklaşmak, iş cinayetleri konusunda sanatsal eser verenlere, çağdaş sanat alanının hiyerarşilerine dair sohbet açmak değil midir, ‘sendikalara dair’ soru sormak? Biz çalışma koşullarınızı anlamak/anlamlandırmak için yanımızdaki işdaşlarımızla ne kadar rekabet, kontrol, yanlış algılanma korkusuna prim vermeden konuşuyor, maaş seviyemizi, bize yapılan iş baskısını, yanındakiyle yarıştırmaya karşılık bize önerilen teşvikini paylaşıyor, işdaşımız işten çıkarıldığında ilgi gösteriyorsak, memlekette o kadar sendika vardır. Bunları yapamama bireysel nedenimiz, aynı zamanda memleketteki sendikalaşmanın hali pür mealidir.
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Zira sendika, yani yatay örgütlenme, üstündekine yaranma kaygısını kenara koyup, yanındakiyle yüz yüze bakma mantığının tecessüm etmiş halidir. Esas konuşulması gereken emek örgütlenmelerindeki yeni mecburiyet ve imkanların ne olduğudur. Memlekette kamu ve özel sektördeki sayısı 300′ü aşkın sendikanın büyük bir kısmının “sarı” ve “makbul” olduğu bir yerde, elde kalan nadirlerinden de pek çoğu da kalkışmalarını ve sendikal muhalefetlerini ya üst ölçekteki siyaset ya da ücretler üzerinden kurmaktadır. Esas sorun budur.
Çalışanların yatay, göz göze bakan örgütlenmelerindeki kayıp halka, yaşam eksenli, çalışma ile canın ilişkisini kuran ve önceleyen sendikacılıktır. Kalkışmayı ve örgütlenmeyi çalışma ıstırabını anlamak ve azaltmak üzerinden kuran sendikalar geleceğe aktarılacak, nesli artık tükenen sendikaların kendisi ve kavramını yok ederek, içeriğini geleceğe taşıyacak unsurlardır.
Eski mükellefiyet ve yeni mükellefiyet: Devlet eliyle ve piyasa eliyle mükellefiyet: 1864-2014
Buraya kadar ‘herkesin gerçekleşeceğini bildiği bir cinayetin’ izleğini çizdik. Peki buna doğrudan mâruz kalanlar, mağdurlar, bunun en derinden, bedenden bilgisini haiz olanlar nasıl kabul edebiliyorlar? Soma’da ‘normal şartlarda’ soğuk olduğu için işçilerin ceketle, kazakla indiğini anlattığı maden, aylardan beri kömür kızışmasından dolayı cehennem sıcağı ile uyarı verirken, üretime ara verilmesini sağlayacak kadar tepki gösteremediler.Her gün yangının geleceğinin emareleri çalışma ortamını ısıtırken, işçiler, bir tanecik canın taşıyıcıları buna neden ‘hayır’ diyemediler. Bu sorunun peşinden giderken, Donald Quataert usta’nın, akabinde Nurşen Gürboğa’nın Zonguldak’a dair ince ince örerek anlattığı çalışma koşullarına dönüyoruz. Ve tabii ki mükellef işçi olarak Zonguldak madenlerinde çalışmaya yüzyıl başında başlamış Ethem Çavuş’un hatıratına da.
Bu coğrafyada ilk mükellefiyet, yani madenlerde zorla çalıştırma, coğrafi bir tanımla hayata geçirilmiş. Ereğli Sancağı’na bağlı on dört köyde yaşayan köylerden seçilecek bir miktar genç erkeklerin maden işçisi olması mecburiyeti 1864 senesinde karara bağlanmış. Bu on dört köydeki genç köylüler, devlet eliyle işe mükellef, yani köylü-işçi kılınmışlar. İlerleme olarak tarih anlatısına uymayan şey ise yüz elli yıl sonra gerçekleşiyor. Artık mükellefiyet, devlet eliyle mecburi işçi kılınmak yasak. Fakat serbest piyasanın kredi kartı borcu döngüsü olarak işleyen kırbacı çok daha etkili.
Bu sefer on iki gün köylerine dönmelerine bile izin vermeden, bir ay içinde yövmiyeleri maksimize etmek için haftasonu, bayram demeden çalışmaya itiyor işçileri. Artık güvencesiz çalışmaktan değil de, işçiyi işçi kılan geleceksizlik hissinden, bankalara özel borçlanma ve işçileşme ilişkisinden bahsetmek gerekmiyor mu? En az iki, belki üç farklı krediyi birbiri ile döndürdüğünü anlatan işçinin gerçek zorunluluklarına kulak vermek? Türkiye’de yükselmekte olan, otoriter bir ekonomik istikrar ve krizsizlik vaadi üzerine kurulmuş olan tek adam rejiminin, ‘sokaktaki adamın’ bireysel borçlanması ve yakıcı istikrar ihtiyacı ile ilişkisini kurmak? Öyle güçlü bir istikrar anlayışı ki bu, gelecek adım adım ecele gitmekken zaten, geleceği ‘bilememek’ insanları yaşamından bezdirdiği ölçüde yaşamını, günbegün, yövmiye yövmiye belirliyor.
Meta = Taşlaşmış Üretim İlişkileri ise eğer, Kömür = ….
Ekonomi-politiğe giriş 1. ders: meta, taşlaşmış üretim ilişkisidir, ekonomi-politik ise metanın arkasındaki ilişkileri çözme sanatı. Sanat konusu olan toplumda metalaşmış ve metalaşmakta olan herşeydir o zaman: Kömür, eğitim, su, sağlık, iletişim, bilgi, araştırma, kıyafet’in ‘arkasındaki üretim ilişkilerin bakmak’…Hepimiz o ilişkilerin bir yerinde duruyoruz. Soma’yı anlamaya çalışmak için, önce o alanın neresinde durduğumuza, kapitalizmin bedenindeki bu ‘soma-tik’ alametleri neresinden taddığımıza bakmak gerekiyor. Soma, aynı Tuzla’nın olmadığı gibi, hüzün, yardımseverlik ve anlayışla yaklaşılabilecek bir ‘ötekinin’ meselesi değil.
Emek.org.tr